Thursday, December 14, 2006

ÜÇÜNCÜ KEZ ÇALINAN ANILARIM –III

Öncelikle, Sevgili Cengiz Eren’e bir soru:
Tenissever Üye Sayısı: 1,551
Tenis Kulubu Üye Sayısı: 15,146 mı? Eğer doğruysa, hem KISKANIRIM Tenissever adına, hem SEVİNİRİM Tenis adına…

BAŞARI &YAŞ daha bir ANLAM kazanıyor Sevgili İSMAİL SERİM ile, değil mi? O’nu kutlamamak mümkün mü? Nice başarılara “DUAYEN TENİSÇİ” X+’larda…

Sevgili Osman Yaman’a verdiği YAMAN KARARInda başarılar diliyorum…

Sevgili Öykü Karaaslan’dan daha önce Tenissever’e gönderdiği, sanırım Roddick klibiydi, tekrar göndermesini rica edebilir miyim, mümkünse? Herhalde yanlışlıkla silmişim, benim çocukların, DERS ALMALARInı sağlamaya çalışacağım da…

Sevgili Erkan Beyazıtlı’nın AYDINLATICI bilgileri güzel, aydınlanmak güzel…

(Önemli bir saptama 1: TENİS OYNAMAK ÇOK, AMA ÇOK GÜZEL. “Sol” lifim üst üste iki kez attı. Üç ay TENİS oynayamadım. Tekrar oynamaya başlayınca, bu sefer de “Sağ” lifimin atmaması için, klübümüzün iki hanımefendi tenisçisi, Sevgili Gülüfer ve Sevgili Naciye’nin beni çalıştırmaları, titizlikleri, gösterdikleri Florance Nigtingale özeni çok hoştu. Kendilerine sevgilerimi sunuyorum. TENİS OYNUYORUM…
Önemli bir saptama 2: Daha önce, ANILAR diye bir hayli yazı yazmış ve bilgisayarımda ve backup olarak hepsini saklıyordum. 27.Temmuz.2005 tarihinde OFİSİM soyuldu. İki otomobilim ve bütün bilgisayarlarım çalındı, BACKUPlar dahil. Bu nedenle, ÜÇÜNCÜ KEZ ÇALINAN ANILARIM’ı kolay yazıyorum, hatırladıkça…)

Landlady;

“- Yunis bu yazıyı al, okula gitmeden önce Polis Karakolu’na uğra” dediğinde ağzımdan spontane olarak,

“- Ne ulan burada da mı Polis!” sözleri Türkçe olarak dökülmüş, Leh göçmen, İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nden Emekli Albay “My Landlady” şaşkın ve sorgular vaziyette;
“- Ne, anlamadım?”
“- Tamam Nicola, giderim”



“- Susan bu akşam işin var mı?”
“- Var”
“- Yarın?”
“- Yarın Cuma, işim yok”
“- Seninle konuşmak istediklerim var. Yarın akşam benimle Paul’s’a gelir misin?”
“- Olur. Kaç gibi?”
“- 8 iyi mi?”
“- İyi”
“- Görüşürüz”
“- Görüşürüz”

Susan, Kettering Technical Collage’daki loboratuar hocamdı. O’nunla aynı yaştaydık. Katıksız bir İngiliz’di. Eğitimli, “Oxford Accent” ile İngilizce konuşan, duruşu, fiziği, kültür yapısı ile Bir İngiliz Asılzadesi’nden hiçbir farkı yoktu. Gündüz, okul zamanı sade, özenli, görevini çok iyi yapan bir öğretmen, akşam ve gece, Pub’a bile Gala Kıyafetleri ile gelen, zarafeti ve güzelliği ile girdiği her ortamda öne çıkabilecek birisiydi. Stendhall okumuş, “Romeo ve Juliet’i” orijinal olarak seyrederek büyümüştü. O, bana göre bir “Lady in Red”, “Lady Olivier” idi. Kettering gibi 30.000 nüfuslu bir İngiliz Kasabası’nda, sanki bir Çalıkuşu, bir Feride gibiydi. Mütevazi ve insancıl. Uçarılık mı? Hiç yoktu. Hafif kalkık burnu, anlamlı ve derin ifadelerle dolu buğulu gözleri, güldüğü zaman yüzünde “Ayçalar” oluşan yanakları vardı. O’nun ülkesinde “Güneş asla batmazdı.” Oysa, O da bir başka güneşti, benim ülkemin güneşi gibi, Kadıköy’den Topkapı Sarayı’na doğru bakarken, nasıl da “Kızil Bir Güneş”, batışında, doğudan batıya doğru uzanan ufku “tepsi” gibi yapıyorsa, Galie Galio’yu adeta yalanlarcasına, “öküzün boynuzları üzerinde duran bir DÜNYA’nın” GÜNEŞİ, ANADOLU GÜNEŞİ gibi, sıcak, ama içten, asla “İngiliz Soğukkanlılığı’nı” bırakmayan bir Güneş gibi… O davetliydi ve “görevi” vardı… Saçları, “Holywood Romantizmi’nin” bütün özelliklerini yansıtıyordu. Kısa ve bukleli. Pub’a gelmeden önce onlara “mahir” bir el değmişti… Nasıl değmesin ki? O, O’nu davet edene;

“- Olur, görüşürüz” demişti.

Hatasız ve özenle yaratılmış kulakları, bu romantizme en muhteşem katkıyı sağlıyordu. Bu muhteşem katkı, sade ve mütevazi takılarla tamamlanıyordu…Old Bazaar’dan alınmışlardı sanki…

Susan, Klasik Bir İngiliz Öğretmen’den çok, bir film yıldızını andırıyordu. Sanki O, İngilizler’in yere göğe sığdıramadıkları bir “Lady Olivier” gibiydi: Scarlett O’Hara… Bu benim, hayatımda gördüğüm İkinci Scarlett O’Hara’ydı… Scarlett O’Hara II…Ya da, eğer bir “Şuh Kadın’ı” oynasa, rol yapsa O, “The Love Goddess” kadar güzel yapardı bu rolü. Ne farkı vardı ki O’nun Rita Hayworth’dan…


“- Merhaba Yunis”
“- Merhaba Susan”
“- Her şey iyi mi?”

Ben,

“- İyi…” derken, O barmene 25 pensini vererek, çoktan;

“- A pint of beer, please” demişti bile. Bana da kendi 25 pensimi ödeyerek;

“- A pint of beer, please” demek kalmıştı.

“- Yunis, sana birkaç kitap getirdim. Bunları okuman lazım”
“ - Bakabilir miyim, nedir onlar?”
“- İşte bak…”
“- Susan, ne demek bu, ben çocuk muyum, bu kitapları okuyacak?”
“- Senin İngilizceni geliştirmen için bunları okuman lazım”
“- Susan, lütfen bırak bunları, ben nasıl Barbara Cardland okurum?”
“- Yanılıyorsun Yunis, Barbara Cardland İngilizce’yi en iyi kullanan yazardır”
“- Susan, daha başka yazar yok mu, İngilizce’yi iyi kullanan, örneğin sosyal-realist? Bizde de herkese Güzel Türkçe olarak Necip Fazıl Kısakürek tavsiye edilir. Benim O’nu okuyabilmem için konuyu sevmem lazım, değil mi?”
“- Tabi var ama onlar ağır. Daha sonra okursun”
“- Jack London, Mikhail Sholokhov gibi yazarların İngilizcesi çok mu ağır, okuyamam mı? The Iron Heel veya And Quiet Flows the Don kitaplarının zaten Türkçesini daha önce okudum, konuyu biliyorum. Daha kolay olur sanırım”
“- Yunis, sen solcu musun?”
“- Devrimciyim, sence bir sakıncası mı var?”
“- O anlamda sormadım. Solcular genelde farklı giyinirde…”
“- Nasıl mesela?”
“- Bıyıklı, biraz salaş kıyafetli falan… Oysa sen bıyıksız, kıravatlı ve hergün traş oluyorsun. Temiz giyiniyorsun, imajın farklı. Hem sen nerelisin?”
“- Ben Türkiyeliyim ve Türküm”
“- Yok ya, dalga mı geçiyorsun sen? Türk dediğin şalvarlı, kara bıyıklı olur. Yeşil gözlü, , bıyıksız Türk mü olur? Yugoslav mısın yoksa?”
“- Hayır Türküm!”

….

“- Pis Türk!”
“- Geber!”

Hiçbir şey düşünemiyordum. Düşünemeyecek kadar ne bira içmiştim, ne de “bu dersi” kaçırma şansım vardı: Susan ile “çalışmam” lazımdı… Sürekli olarak yediğim yumruklara, gücüm yettiğince cevap veriyordum, ama ben “tek” onlar üç kişiydi…

“- Pis Türk!”
“- Geber!”

Saniyeler içinde neler düşünmüyordum ki? Ta ilkokula kadar, Manisa Gazi Paşa İlkokulu’na gitmiştim:

“- Türküm,
“- Doğruyum,
“- Çalışkanım…”

“- Olmadı, doğru söyleyeceksiniz, tekrar edin!”

“- Türküm,
“- Doğruyum,
“- Çalışkanım…”

Biricik Öğretmenim Ferhunde Tümer, CUMHURİYET KADINI, katıksız “Kemalist”, asla taviz vermezdi, yanlışa…

“- Yunus, evladım SOL ile yazmak yok!”
“- Ama öğretmenim, SAĞımı kullanamıyorum. Ben SOL yaratılmışım Öğretmenim!”
“- Senin için ABC geliştiremeyiz. Bu fakir ve mazlum ulus O’nun liderliğinde YOK’u VAR etti, sende SOL’u SAĞ yapacaksın!”

Ferhunde Öğretmenim, SOL kolumu arkaya bağlar, mecburen SAĞ kolumu kullanmamı sağlardı. O benim için ne fedakarlıklar yapmıştı, benim O’nun uğruna SOLumu feda etsem ne fark ederdi ki?

Ben, 7 yaşımda, 1554 yılında, Manisa’ya, bir başka dünyadan, belki de uzaydan gelmiştim. Bu yaşta, 7 yaşımda, ilk defa otomobil görüyordum. Sokakta, radyodaki YANIK ANADOLU TÜRKÜSÜ’nü duyar duymaz, evimize koşar, radyomuzu açar ve bizim radyonun hızına şaşardım:

“- Vay anasını be, bizim radyo Giritli’nin radyosunu yakaladı…”

İlkokulda, biri dışında bütün sınıf arkadaşlarım Manisa’lıydı. O ise göçmendi, ailece Bulgaristan’dan göçmüşlerdi. Zar zor Türkçe konuşuyordu. Herkes O’nunla dalga geçerdi, aynen benimle geçtikleri gibi:

“- Geliyom ülen Seyin…”

Dediğimde, Manisa’lı sınıf arkadaşlarım basardı kahkahayı… Ama Ferhunde Öğretmenim, kısa zamanda beni “Manisalı” yaptığı gibi, “Göçmeni” de bana emanet etmişti. O artık benim himayemdeydi… Ben aynı zamanda “Sınıf Başkanıydım”, Ferhunde Öğretmenimin. Bu benim ilk “Sınıf Atlayışımdı”, artık 1954 yılında yaşıyordum, çağ atlamıştım… İstanbul’un Fethini yaşamıştım ben. Yükselmiş, Viyana Kapıları’na dayanmış, “Vatanımın Bütün Kaleleri Fethedilmiş, Bütün Tersanelerine Girilmiş” olmasına rağmen, YOKTAN VAROLAN BİR ULUS’un evladı olmuştum… Ferhunde Öğretmenim, beni yeniden “yaratmıştı”. Zira, O bir kadındı, Tanrı “Kadına” vermişti bu görevi: “Ve Tanrı Kadını Yaratmıştı”…

Yediğim yumruklar beni kendime getirmişti, 21 sene sonra, Ferhunde Öğretmenim,bu kez yorumlatıyordu bana:

“- Türküm, Pis Türk
“- Doğruyum, Yalancı Türk
“- Çalışkanım, Tembel Türk
“- Yasam, Kuralsız Türk
“- Büyüklerimi saymak, Saygısız Türk
“- Küçüklerimi sevmek, Sevgisiz Türk
“-…”

Böyle bir şer olabilir miydi? Gazi Mustafa Kemal (Ulusal Kurtuluşçu – Mazlum Ülkelerin Önderi) ATATÜRK (Burjuva Devrimcisi) bu kadar İLERİ GÖRÜŞLÜ olabilir miydi? O, bu kadar büyük müydü?

O, akşamları ÇİLİNGİR SOFRASI mı kuruyordu, yoksa herkes çekilince, sabahlara kadar OKUYOR MUYDU? Ertesi gün, SAVAŞACAK olan O, UYUMAYIP, yoksa OKUYOR muydu? Yurdundan binlerce kilometre uzaktaki birini, on yıllar sonrasında nasıl motive edebilirdi ki? Böyle bir şey olabilir miydi?
Susan avazı çıktığı kadar bağırıyordu:

“- Yorgo, nedir bu yaptığınız, utanmıyor musunuz?”
“- Sen karışma, Türk değil mi, gebersin!”

Sadece;

“- Susan sen çekil kenara, sana bir zarar gelmesin”

Dediğimi hatırlıyorum… Oysa, ne kadar güzel başlamıştı akşam. Paul’s’dan sonra, Disco iyi gelirdi Cuma akşamı. Ne güzel dans ediyorduk “It’s Now or Never” eşliğinde…

It’s now or never
Come hold me tight
Kiss me my darling
Be mine tonight
Tomorrow will be too late
It’s now or never
My love won’t wait

When I first saw you
With your simile so tender
My heart was captured
My soul surrendered
I’d spend a lifetime
Waiting for the right time
Now that your near
The time is here at last

It’s now or never…
Tomorrow will be too late…

Yağmur gibi gelen yumrukların etkisi ile, neye uğradığımı anlamamıştım. Üç kişi üstüme çullanmış, nedensiz ve acımasızca beni döğüyordu. Neden? Bilmiyordum ki, neden?

“- Pis Türk!” her şeyi değiştirmişti. İşte şimdi ihtiyacım vardı:

“- Ne mutlu Türküm diyene!” ve,

“- Türküm, Doğruyum, Çalışkanım…Güçlüyüm…”

Ferhunde Öğretmenim, beni öyle yetiştirmişti:

“- Türk’e durmak yakışmaz…”

Yarı baygın halde Susan’ın evine gitmişiz. Yolda, şikayetçi olmam için çok bastırmış, ama ben istememişim. Nasıl isterim ki? Polis, sorgulama, bunlar benim işim değil ki. Sabahleyin uyandığım zaman, O okula gitmek için hazırlanmış, benim de dinlenmemi salık vermişti. Ne dinlenmesi? Hem;

Who Can Deny Love? Barbara Cartland’ı elime tutuşturmuş,

Hem dinlenmemi istemişti.

Aşkı Kim İnkar Edebilirdi ki?

Nasıl da tedavi etmişti beni Susan, aynı yıllar önce, Tıbbıyeli 68’li Genç Dr. Adayı Kızlar ve Genç Dr. Adayı Erkekler gibi…

Türkiye kaynıyordu. Her tarafta miting, toplantı ve antiemperyalist eylem vardı. “Demokratik Devrim” mutlaka yapılacaktı. DEMOKTAİK ve BAĞIMSIZ TÜRKİYE’nin hayata geçirilmesine ramak kalmıştı. “Devrimci Hükümet” bile kurulmuştu:

Başbakan : Doğan Avcıoğlu
Başbakan Yardımcısı : İlhan Selçuk

Gençlik ve Spor Bakanı : Deniz Gezmiş


Gazeteler, her gün yeni bir “Devrimci Cunta Hükümeti” listesi yayınlıyordu. Biz Türk’tük. Her şeyi kolaydan yapardık. “Halkın Katılımı”, “Demokrasi” bize göre değildi… Anında “Devrim”, anında “Demokrasi” gerekliydi bize. Hem de “Demokratik” tarafından… Ama “Karşı Devrim Kahrolsun’du”. Bizim, Türk olarak “Pratik Bir Zekamız” vardı: Anında çözüm.

Benim için ne mutluluktu, en son konuşacaktım! Ama sıkı sıkıya tembih edilmişti bana, aşırıya kaçmayacaktım, bu bir antiemperyalist mitingti ve AŞIRISI olmazdı. Bütün antiemperyalist güçler; Ulusal Burjuvazi dahil, “Demokratik Devrime” kilitlenmişti. Oysa ben, “Yazılı Metin” düşmanı, spontane olarak konuşabilen biriydim: KURALSIZ ve ÖZGÜR.

Hem benim örgütüm neydi, hangi örgütün üyesiydim ben?

DEV-GENÇ?
DEV-YOL?
DEV-SOL?
TKP?
TİP?
TİKKO?
CHP?
KEMALİST?
MARKSİST & LENİNİST?
AYDINLIK?
YOKSA “DÖNEK KAUTSKY”?
YA DA “REVİZYONİST”?
.
.

Uzayıp giden, FRAKSİYON, FRAKSİYON ve FRAKSİYON…

Oysa, ben kendimi sadece
DEVRİMCİ
Olarak görüyordun. Ne işim vardı benim FRAKSİYON ile…
Hayatımda da öyle olmamış mıydı?

İTÜ Öğrenci Birliği’de DEVRİMCİ ÖĞRENCİ…
Makine Mühendisleri Odası’nda DEVRİMCİ MÜHENDİS…
İstanbul Ticaret Odası’nda DEVRİMCİ İŞADAMI olunması yetmiyor muydu?...

Başka örgüte gerek var mıydı?

Yoksa ben bir ANARŞİST & NİHİLİST miydim?

Hayır, hayır ben sadece DEVRİMCİydim…

Mitingden hemen sonra fena yaralanmıştım. Yüzüm gözüm yanık ve yara içindeydi. Hastaneye gidemezdim, “Normal Tedavi” olamazdım. Bizim çocuklar, bir koşuda, Tıbbiyeli ve 68’li Genç Dr. Adayı Kız ve Genç Dr. Adayı Erkekleri getirerek, muhtemel bir sakatlıktan kurtulmamı sağlamışlardı. Aylarca sürmüştü tedavim…

“- Yunus Arkadaş merhaba”
“- Merhaba Yıldız Arkadaş, nerdesin, seni çok özledim ARKADAŞ”
“- Ben de seni özledim. Pek bizim fakülteye gelmiyorsun, neden?”
“- Bir nedeni yok Yıldız Arkadaş. Yoğunum sadece…”
“- Bizim fakülteye uğra, seninle birisi tanışmak istiyor, sizi tanıştırayım”
“- Kimmiş O?”
“- Gülten”
“- Neden tanışacakmış benimle, Devrimci mi?”
“- Pek sayılmaz ama sempatizan olabilir”
“- Nasıl sempatizan, bizim toplantılara gelmiyor mu?”
“- Toplantılara gelmez ama bazı formlara geliyor?”
“- O zaman, benimle tanışmak istemesinin amacı ne?”
“- Arkadaş olmak istiyor da ondan. Hatırlıyor musun, yüzün yandığı zaman benimle beraberdi?”
“- Zaten hepimiz arkadaş değil miyiz biz Yıldız Arkadaş? Hayal meyal”
“- Bu başka arkadaşlık Yunus Arkadaş, anlamıyor musun?”
“- Yıldız Arkadaş sen SAĞ sapma içindesin”
“- Yunus Arkadaş sen de SOL sapma içindesin. Bir Devrimcinin görevi, herkesle iyi ilişki kurmak, O’nu kazanmak değil mi?”
“- Bu ilişkinin GÖNÜL İLİŞKİSİ olmadığını sen de çok iyi biliyorsun, değil mi Yıldız Arkadaş?”
“- Bir Devrimcinin GÖNÜL İLİŞKİSİ olmaz mı sence?”
“- Yıldız Arkadaş SEVMEK, özellikle bir Devrimcinin sevmesi hem YÜCE bir SEVGİ hem de KUTSAL bir SEVGİdir”
“- İyi ya, neden tepkilisin?”
“- Tepkim SEVGİye değil, SEVGİnin META haline dönüşmesine”
“- Nasıl yani?”
“- Biz KADINın META haline gelmesine karşı değil miyiz, karşıyız. Ayni şekilde bir ERKEK de META haline gelirse, buna karşı çıkmayacak mıyız? Sonuçta İNSANın META haline gelmesi değil mi bu? Sence, TAŞIMA SEVGİ olur mu?”
“- Olmaz ama Gülten başka Yunus ARKADAŞ…”

“- Yunus Fitaş’a gidelim mi, güzel bir film var?”
“- Olur Gülten gidelim”

Ben Fitaş’ın gişesinden Matine Biletlerini alırken, O da MGM yıldızlarının ÇERÇEVELİ resimlerinin yanında beni bekliyordu;

“- Yunus BU kim, tanıyor musun O’nu?” dediğinde, yan dönmüş ve çoktan PROFİLden pozunu vermişti bile…
“- Kim tanımaz O’nu Gülten: Scarlett O’Hara… Vi..vian Le..igh…”

Yıldız ve Gülten beni ikna etmişlerdi. Evet, Gülten’in YAŞ GÜNÜ PARTİSİne katılacaktım. Gülten’in benden ricası vardı;

“- Yunus’cuğum PARTİ kalabalık olmayacak, sadece Mimarlık Fakültesi’nden bazı sınıf arkadaşlarımı davet ettim. Tek YABANCI, Makine Fakültesi’nden sen varsın. Nasıl geleceğini biliyorsun, değil mi canım?”
“- Tabi biliyorum Gülten”

MAVİ –YEŞİL giysim olmayacaktı üstümde, PARTİ KIYAFETİ giyecektim tabi ki. KABALIK yapıp HEDİYE almamak olur muydu hiç, ÇİVİ FABRİKATÖRÜnün KIZIna. ÇAMLICA gibi yere, VİLLAdaki PARTİye nasıl gideceğimi bilmez miyim ben hiç?...

Şişli Öğrenci Yurdu’nda sınıf arkadaşım Çok Sevgili Olgun Altıntaş ile aynı odada kalıyorduk;

“- Olgun paran var mı?”
“- Ne kadar?”
“- Küçük bir hediye alacak kadar?”
“- Ne o, sen hediye falan almazsın, ne oldu böyle?”
“- Bu sefer alacağım, almam lazım Olgun”…

Yıldız Arkadaş’ın bütün ısrarlarına rağmen Gülten’i dansa kaldırmamıştım, O, Yıldız beni, bir SLOW sırasında, dansa kaldırmıştı;

“- Yunus Arkadaş, neden Gülten’i dansa kaldır mıyorsun?”
“- Yıldız Arkadaş, benim kimse ile YARIŞACAK halim yok”
“- Ne yarışı?”
“- Gülten’in SEÇME YARIŞI”

Gülten, Mimarlık Fakültesi’nin bütün Leonardo’larını, Rafael’lerini davet etmişti. Onların hepsi, Mona Lisa’larının peşindeydi, stilleri ne ROCOCO ne de BAROQUE’tu. SEFİLLER’i oynuyorlardı.

Gülten’e “Kızıl Bir Mendil” hediye ederek, YAŞ GÜNÜMÜ kutladım. Yıldız’a veda ederek, PARTİden ayrıldım…


Otosan’da Genel Koordinatör Ahmet Binbir ile ilk görüşmeyi yapmıştım. Beni Ali İhsan Bey’e göndermişti ve işe kabul edilmiştim. Ahmet Binbir, zaten yabancı değildi, uzaktan da olsa Leman Hanım’ın akrabasıydı.

Sungurlar’da Muhasebe ve Mali İşler Müdürü Mutlu İzmen ile görüşmüş, O beni Sabahattin Sunguroğlu ile hemen görüştürerek, işe alınman konusunda arada bir ENGEL bırakmamıştı. Fakat benim bir ENGELİM vardı?

Ben hangi şirkette çalışacaktım? KOÇ’ta mı, yoksa SUNGURLAR’da mı? Patronumu, kedim seçecektim, VEHBİ KOÇ mu, SABAHATTİN SUNGUROĞLU mu? Benim MESLEKİ KARİYERİM hangi yönde gelişmeliydi, SÜREKLİ ÜRETİM dalında mı yoksa, MÜHENDİSLİK & TAAHHÜT mü olmalıydı bu gelişim? OTOSAN tam bir SÜREKLİ ÜRETİM üssü değil miydi? 70’lerin YÜKSELEN YILDIZI ve MÜHENDİSLİK & TAAHHÜT’in KALESİ belirgin şekilde SUNGURLAR değil miydi? Benim, BAND-ÜRETİM sistemi kurmak için KAPİTAL birikimim var mıydı ki? Olacak mıydı?...

“- Bırakın gelsin” demişti VEHBİ KOÇ.

İTÜ sınavını kazanmıştım. BABAMI yenebilecek en büyük engeli geçmiştim, MÜHENDİS olacaktım. Birbirimizi, restleşerek reddetmiştik.

“- Benim senin gibi OĞLUM yok!”
“- Benim de senin gibi BABAM yok!”

Babam, Kastamonu’daki bütün UZAK ve YAKIN akrabalarımızı bizzat ziyaret ederek, TEHDİT ve KORKU salmıştı etrafa, benim aleyhime, Omsalı Sultanları’nı aratmayacak bir fetva ile;

“- Her kim O’na yardım ederse, benim düşmanımdır, bu böyle biline!”

Hiç kimse beni evine almıyordu, babamın korkusuna. Sadece, en büyük amcamın hanımı, aynı zamanda teyzem olduğu için, amcamdan habersiz beni “Konaklarının” üçüncü katına, amcamdan habersiz ve yamaçtaki arka kapıdan içeri alıp “saklıyordu” beni. Benim amcam pek çalışmayı sevmez, babamın “forsundan” faydalanarak, her nasılsa bir konak dikmişti. Koskoca DÜNYAda “zavallı anam” vardı sadece, yapayalnız kalmıştım…

Babamla aramda müthiş bir SICAK SAVAŞ vardı. O mu yoksa ben mi haklıydım? Bilmiyorum, emin değilim.

O zaman, bütün zorlukları aşar, EN GÜÇLÜ BABA ile görüşürdüm den de.VEHBİ KOÇ’un yakınına kadar gelmiştim;

“- VEHBİ KOÇ ile görüşeceğim!”

O “İMPARATOR” muydu, yoksa O’nu Erol Toy mu “İMPARATOR” yapmıştı?

“- Gel evladım”
“- Sağ olun efendim”

Böyle birisi nasıl İMPARATOR olabilirdi ki? Mütevazi, güleç, çipil çipil gözleri insana GÜVEN ve RAHATLIK veriyordu. İMPARATOR dediğin biraz ZOR ve ZEBELLUT olmalıydı, değil mi?

Okuduğum kitaplarda, ben böyle bir İMPARATOR asla görmemiştim.

Abdullah Kozanoğlu,
Nihal Atsız,
Kerime Nadir,

Okumuştum ben. Onların KAHRAMANLARI erişilmezdi.

Birisine Rum Kale Komutanı’nın kızı Moni aşık olmuş, O da, Moni de Kale Kapısı’nı Türk Yüzbaşı’ya açmış, babası da;

“- Kastın ne Moni?” diyerek, kızını azarlamıştı.

O nedenle, Kastamonu doğmuştu, Moni’den, Aşık Bir Kadın’dan.

Onlar öyle kahramandılar ki, her biri dünyaya bedeldi.

Surları aşıp, Bizans içlerine kadar korkusuzca dalar, binlerce Gavur Askeri’ni kılıçtan geçirirdi. Hatta Bizans Sarayı’na kadar girip, Bizans İmparatoru’nun kızını Kendine Aşık Ederek, İMPARATOR’u bu yolla esir alırdı.

Ya aşkları? Erişilmez ve kutsaldı. Ferhat & Şirin, Kerem & Aslı gibi Bir Aşk Hikayesi var mıydı Dünya’da. Olamazdı. Kerime Nadir’i okumayan aşkı bilir miydi hiç?

Ya Türk Yurdu’nu kim kurtaracaktı?

Nasıl da üzülmüştüm, ALPASLAN TÜRKEŞ sadece 15 oy alıp CUMHURBAŞKANI olamadığı zaman. O bir LİDERdi. Lider dediğin güler miydi hiç? Asık suratlı ve ciddi olmalıydı, LİDER veya İMPARATOR. Süleyman Demirel “Genç ve Eğitimli” bir liderdi. Amerika’da eğitilmişti O. Nasıl da devirmişti Ragıp Gümüşpala’yı. KÜÇÜK AMERİKA’nın MİMARI Süleymen Demirel olmalıydı, O bir MÜHENDİS idi. Bende en iyi okulu kazanmış, MÜHENDİS olmak için önümde sadece 5 sene vardı: YÜKSEK MÜHNEDİS Yunus Gömleksiz. O zaman, nasıl da gurur duyardı babam benimle. Olsun, evlatlıktan reddetsin beni, ne var ki bunda? Nede olsa, O benim ATA’mdı. ATA’ya küsülmezdi, bizim gelenek ve göreneklerimiz de öyle değil miydi zaten? Okuduğum kitaplar da aynı şeyleri anlatmıyor muydu bana? Ben GÜÇLÜ ve YILMAZ biriydim. Ben ZAFER için, ZOR ZAFER için yaratılmamış mıydım? Ne demekti ENGEL?

Yazın anamı ziyarete giderdim, ben. Beni en güzel gümpür (patates) ve gök pakla (taze fasulye) ile beslemez miydi? Anlatırdı hep;

“- Yüreğin gök pakla gibi tertemiz olsun, sana kimseler dokunamasın oğul”
“- Ana ben gök pakla yiyince bana kimseler dokunamaz mı?”
“- Aha oğul, buna bak nasıl, dümdüz, eğrisiz büğrüsüz. Şuna bak oğul, eğri büğrü. Yolunu şaşırmış”

Köyüme gidince, anam bahçeye gider, saatlerce gök pakla toplardı. Gök paklaların hepsi düzgün, fabrikasyon imalatı gibiydi. Anam inanmıştı, her yaz beni en güzel ve dümdüz gök paklalarla beslerdi. Anamın, eğri büğrü bir tane gümpürünü bile yemedim ben;

“- Ya ana senin gümpürlerin neden bu kadar güzel?”
“- Oğul sana bir tane bile yeşil gümpür yedirmedim. Hepsi AK PAK, bir tane eğri büğrü yok aralarında”

Anam her yemekten önce ve sonra, bana diş diş Kastamonu sarımsağı yedirirdi;

“- Ana çok acı bu”
“- Ye oğul onu ye. Sana güç verir kuvvet verir. Seni kavi yapar oğul”

Anam, sarımsağın da en iyisini bana ayırır, eğri büğrülerini Germeç Pazarı’nda satarak, bana, bir yıl yetecek harçlık biriktirirdi. Ben, O’nun harçlıklarının hiç mi hiç harcamazdım. Ertesi yıl O’nun elini öpmeye giderdim.Eğrisiz büğrüsüz gök paklalarını, yeşilsiz gömpürlerini yemeye sabırsızlanırdım. Anamın;

Soğan + Sarımsak + Yumurta = GÜÇ ve İKTİDAR

Denklemi, anamın diğer bir menüsü, eşitliği belki de dünyanın en eşit, en adil en sevecen denklemiydi: SAF ve TEMİZ.

Bu eşitlikte hiçbir EŞİTSİZLİK yoktu…
Bu eşitlikte ANALIK vardı…
Bu eşitlikte bir TİMSAL vardı…
Bu eşiklikte bir OĞUL vardı…
Bu eşitlikte SABIR ve METANET vardı…
YILGINLIK asla yoktu…
UMUT vardı…
GELECEK vardı…

“- Ye oğul, sana GÜÇ ve İKTİDAR verir…”

Anamın her şeyi AK PAKtı.
AK bir YAZMA…
AK PAK bir ENTERİ… Bir BASMA ENTERİ, alırdım anama, bana verdiği harçlıklarım ile… Anam nerden bilebilir diki PARAnın META değerini…Bütün bir yıl, gelecek yılki AK YAZMA ile AK PAK ENTERİsini beklerdi benden AK YAZMAsı ve AK PAK ENTERİsi içinde…

PARA ≥ FELAKET

Denklem & Eşitsiliğini, hiç mi yaşamamış ve görmemişti…


Oysa VEHBİ KOÇ gülüyordu. Fakat bu gülüş farklı ve anlamlıydı. Bir DERS vardı bu gülüşlerde. Şimdiye değin okumadığım, anlamadığım bir DERS. Ne olabilirdi ki bu DERS? Bu DERSİ okumamıştım henüz.

“- Çay içer misin evladım”
“- Hayır efendim”
“- Ne görüşeceksin benimle, iş mi?”
“- Hayır efendim, ben İTÜ Makine Fakültesi’ni kazandım”
“- Demek MEKİNECİ olucan?”
“- Evet efendim”
“- Çalışkan mısın sen?”
“- Çok çalışkanım efendim”
“- Yaramazlık yok yalnız, tamam mı?”
“- Hayır efendim, yaramazlık yapacak vaktim olmaz benim”
“- Hep ders mi çalışırsın?”
“- Çalışırım, okurum efendim”
“- Bizim burs işlerine X Hanım (Bu hanımefendinin ismini unuttum, TEV’dan da öğrenemedim bir türlü) bakıyor. Git O’nunla konuş evladım”
“- Olur efendim”
“- Yerini biliyor musun evladım”
“- Bulurum efendim”…

“- Yunus bildiriler hazır mı?”
“- Hazır Harun”
“- Matbaaya kim götürecek onları, hemen hazır olması lazım?”
“- Ne zamana hazır olması lazım, daha MONTAJ SANAYİ PROTESTO yürüyüşüne çok var Harun?”
“- Çok zaman var ama, bir aksilik olmasın. Sen yanına birini al matbaaya git”
“- Tamam Harun, giderim”

MONTAJ SANAYİ PTOTESTO yürüyüşü, Kadıköy’den başlamış, OTOSAN’ın önüne geldiğimiz zaman, OTOSAN MÜHENDİSLERİ ile PROTESTOCULAR yani BİZLER arasında tartışma başlamıştı bile;

“- Kahrolsun Montaj Sanayi, Yaşasın Ulusal Sanayi”

Sloganları arasında, VEHBİ KOÇ’un, İŞBİRLİKÇİ ve TEKELCİ BURJUVA’nın kendisi veya silüeti OTOSAN’ın pencersinden bana doğru bakarak, adeta;

“- Evladım, hani verdiğin söz” derken;

Ben, PROTESTOCULARdan uzaklaşarak, bir ağacın altında ağlıyordum. En iyi öğrenci bursu 200.-TL/Ay olduğu halde, ben hem aldığım 550.-TL/Ay TEV bursunu, TEMBELLİĞİM yüzünden kaybetmiş, hem de İMPARATOR’a verdiğim sözü tutamamıştım…

VEHBİ KOÇ’a borçluydum…


Sevgiler,

Yunus Gömleksiz
Tenissever

0 Comments:

Post a Comment

<< Home