Sevgili Tenisseverler,
(Önce bir saptama yapmam gerekiyor:
Yazdığım bir yazıyı, yazarken hiç okumuyorum. Tenissever’de yayınlandıktan sonra, ben de ilk defa okuyorum. Bu bana çoşku ve heycecan veriyor. Bu arada, yaptığım yazım hatalarını görüyorum. Bu hatalar için özür diliyorum.
İkincisi, 68 derken, bir felsefeden bahsettiğimi özellikle belirtmek istiyorum. 68 DEVAM EDİYOR, 78 İLE, 88 İLE VE 2006 İLE, O BİR SÜREÇ. Benim 68’e çakılı kalmam mümkün değil. Bu bir MİLAT… Ama ben Deniz’le aynı karakolda, aynı polisten dayak yedim. Vedat Demircioğlu ile aynı yurtta kalıyordum. Taylan bizim ilk şehidimizdi. Taylan’ın babası Subaydı. Yanyana, omuz omuza cenazeyi kaldırmıştık. Değerli bir ASKER idi. İbrahim Kaypakkaya ile “bir tabak kuru fasulyeyi” ORTAK yerdik, paylaşırdık. Mahir Çayan ile sabahlara kadar tartışırdık. Yusuf’la Hüseyin ile “yürüdüm”… Oysa 78 kuşağı bizden çok daha zor bir dönem yaşadı. Sabah işe giden sevgili eşimin, akşam eve nasıl döneceğini, tersinin de O’nun tarafından, endişeli şekilde düşünüldüğünü çok iyi anımsıyorum. Biricik kızım Bilgen Devrim’in Yuva’dan bizden önce eve gelip gelmediğini nasıl merak etmem ki? 68, BEN ÜNİVERSİTEYİ BİTİRİNCE ASLA BİTMEDİ, SONRAKİ KUŞAKLAR, 68 KUŞAĞINDAN DAHA ZOR BİR DÖNEM YAŞIDILAR, YAŞIYORLAR… Bu dönem mi? Daha da zor… Umarım, ÜÇÜNCÜ KEZ ÇALINAN ANILARIM’ı tamamlayabilirsem, bu günü de tartışırız…GLOBALİZM, BİLİŞİM ve BİLİŞİM TOPLUMU ve de “TEK BOYUTLU DÜNYA”… BUNLARIN HEPSİ “Zavallı Anamın”, “İlk Kadınımın” bana, “Tek Erkeğine”; “- Oğul, oğul, güzel oğul, yer yarılsa, gök çatlasa…” diye başlayan “Irazca Ana” öğütlerinin, deyişlerinin benim dilime tercümesinden “ibarettir”… Benim açımdan, yazılarım aynı zamanda bir ÖZELEŞTİRİ’dir…
Yazdığım yazıyı, tekrar okuyunca bir hata da 06 tanımında yapmış olduğumu anladım. Onu “06 KUŞAĞI” derken 06 = ANKARA = POLİTİK ERK, anlamında kullandım. Ama reel 06 KUŞAĞI kaçınılmaz olarak 68 KUŞAĞI’ından NESNEL açıdan bakıldığında, çok ilerde. Yoksa, “Değişmeyen tek şey değişimdir” diyen ünlü düşünüre saygısızlık etmiş olurum. ODTÜ’li gençlerin DEMOKRATİK PROTESTOLARI’nı okuyup dinledikçe gözlerim yaşarıyor, müthiş keyf alıyorum. Bizim İTÜ kayıp herhalde?)
Ben, doğal olarak, aynı yıl üniversiteye girdiğim devre arkadaşlarımdan, bir yıl geç mezun oldum. Ama son sınıfa gelinceye kadar, hemen hemen hiçbir ders vermemiştim. Diploma travayı dahil, bizim fakültede toplam 61 ders, yani yıl başına 12 ders, vardı (?). Bense 5 yılda sadece 12 ders vermiştim. Bizim üniversiteye girdiğimiz sene, 2. sınıftan 3. sınıfa geçebilmek için 1. ve 2. sınıftaki bütün dersleri vermemiz gerekiyordu, yani barajı geçmemiz şarttı…Ders sayısını tam olarak bilmiyorum ama 1. ve 2. sınıftaki toplam ders sayısı sanırım 24 olup hepsinden geçmemiz, baraj nedeni ile gerekliydi…ki 3. sınıf öğrencisi olabilelim.
O sene İTÜ Öğrenci Birliği Başkanı Sevgili Tarık Almaç’tı. Tarık, Talat Aydemir zamanında Harp Okulu Öğrencisi olduğu için toptan Harp Okulu’ndan ihraç edilenlerden olup İTÜ sınavını kazanarak Mimarlık Fakültesi’ne girmişti. Öğrenci formlarında, baraj konusu sık sık gündeme geliyordu. Tarık ile oturup uzun uzun müzakere ettik;
“- Tarık, bir İTÜ Öğrencisi olarak, baraj konusunda ne düşünüyorsun?”
“- Açıkçası herhangi bir şey düşünmedim. Ne anlamda soruyorsun bunu?”
“- Bir sürü arkadaş, üniversitede eğitimin özgür ve serbest olmasını istiyor.”
“- Baraj kalkınca özgür ve serbest mi olacak yani?”
“- Sence DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE’de baraj olmalı mı?”
“- Hmmm…”
“- Bak Tarık, bizler Türkiye’nin en iyi okulunu kazanarak, ilk rüştümüzü ispat etmiş olduk. Biz sorumluluğumuzu bilmeyecek seviyede miyiz? Bana sorarsan, üniversite hem ÖZERK hem de DEMOKRATİK olmalı. O halde, İTÜ’ni kazanmış bir öğrencinin derse girip girmemesi, barajı geçip geçmemesi tamamen o öğrencinin sorumluluğunda olmalı. Benim şahsi fikrim barajın kalkmasından yana. Eğer sen de bu konuda aynı fikirdeysen, konuyu rektörle görüş. Eğer değilsen, tartışalım.”
“- Biraz düşüneyim, ama her yönetimin bir tasarrufu olmalı. Buna Üniversite Senatosu karar vermeli.”
“- Neticede, konu hakkındaki son kararı Üniversite Senatosu verecek ama, bu konuyu Senato’ya taşımak lazım. Yalnız, DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE’de öğrencilerin katılımı da söz konusu. Bence, önce aramızda fikir birliğini sağladıktan sonra konuyu Senato’ya taşıyalım.”
“- Olur. Fakültelerde görüşelim, durum tespiti yapalım.”
Baraj, Senato kararı ile kalkmıştı. Ama “vize” devam ediyordu. Vizenin alınabilmesi için devam şarttı. Ben de hemen hemen hiçbir derse girmediğim halde “bütün vizeleri” alıyordum. Makine Fakültesi Dekanlığı, BARAJIN SORUMLUSU olarak beni görüyordu. Bu nedenle, cezamı vermişlerdi zaten…
Seher de önümde artık bir engel kalmadığını, mezun olmam gerektiğini söylüyordu. Ama ders durumumdan hiçbir haberi yoktu. O’na da bu sene mezun olacağımı söylemiştim. Ama nasıl? Detayını bilmiyordum. Fakat karar vermiştim, mezun olacaktım, 3 dönemde; Şubat, Haziran ve Eylül. Dönem başına 16 ders verecektim. Bir sınav programı yaptım: 1. Benim Dönemin Asistanı olduğu dersler (Onlar geçen yıl mezun olmuşlardı), 2. Devrimci Asistanların Dersleri, 3. Mutlaka “Çalışmam” gereken dersler. Geriye bir sorun kalmıştı: 21 günlük (Pazar dahil) sınav döneminde 18 sınav günü ve 33 sınav saati (sabah – öğleden sonra – Cumartesi öğleden sonra sınav yoktu) vardı ve gireceğim 16 sınavın üst üste gelmemesi mümkün değildi, zira 1. sınıftan 5. sınıfa kadar her dönem ve devreden dersim vardı. Genelde önce bir “Taslak Sınav Programı” yapılır, genel istek üzerine bazı sınav tarihleri değiştirilebilir ve sonra netleştirilirdi. Bunların hepsini aşabilirdim. Ama bir sorun vardı ki onu nasıl aşacaktım?…
“- Hocam, biliyorsunuz cezam kalktı”
“- Ne fark eder ki?”
“- Neden fark etmesin Hocam? Ben de normal olarak derslere girip sizin dersinizden de vize alıp sınava girip sınıfı geçeceğim. Bunun neresi normal değil ki?”
“- Seni mezun edersem şerefsizim…”
“- Ben İTÜ’de hiçbir şerefsiz Hoca’dan ders almadım, benim ÜNİVERİSTEMDE ŞEREFSİZ HOCA OLMAZ HOCAM…Bana ders veren her hoca şereflidir, Hocam…”
Evet beni mezun etmeyecek Hocam hem dekandı, hem de önemli bir dersin de hocasıydı…
Şubat dönemi sınav programı hazırlanmadan önce Dekan’a (İsmini vermek istemiyorum, hem rahmetli oldu, hem arkadaş olduk sonra, cenazesine gittim, öğrenciliğimde beni hiç sevmezdi, bir de yaşanan olayı Rahmetli Hocam, ben ve Seher biliyordu. Yani ispatı mümkün değil) gittim;
“- Hocam, Şubat döneminde sınavına gireceğim dersler bunlar. Sizden ricam, sınav programı hazırlanırken bu dersler çakışmasın.”
“- Merak etme sen (yüzünde müstehzi bir gülümseme ile, nasıl olsa mezun olamayacaksın edasıyla) hiç birisi çakışmaz.”
“- Sağ olun Hocam”
“- Bir dakika, sekreteri çağırıp talimat vereyim. Program hazırlanırken seni de çağırsınlar. Daha iyi olmaz mı?”
“- Olmaz mı Hocam, çok iyi olur.”
Şubat ve Haziran döneminde girdiğim 17’şer dersten sadece O’nun dersinden çakmıştım üst üste iki kez. Bütün toplamalarda, 16 + 1 = 16 ve 17 + 17 = 32 ediyordu hep… Ve EYLÜL yani FİNAL gelmişti… Yıllar sonra kurduğum şirketin adı da FİNAL idi. FİNAL MÜHENDİSLİK, FINAL ENGINEERING… Ah Sevgili ve Rahmetli Hocam beni ne kadar etkilemişsin… Ben hep FİNAL mi oynayacağım, hiç mi benim KUPA hakkım olmayacak!...
Hemen hiçbir Öğrenci Yurdu Müdürü beni yurda almıyordu, kötü mimlenmiştim yani. Kalacak yerim de yoktu. Cezam kalktıktan, İTÜ’ye geri döndükten sonra, “Eylem, Söylem ve Hitam” bütünlüğü içinde, “Eylem ve Söylemi” biraz azaltarak, “Hitamı”, mezuniyeti biraz artırarak, doğrudan Ankara’nın yolunu tuttum, Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun kapısına dayandım. Okuldaki durum itibarı ile bana kredi vermeleri mümkün değildi. Doğruydu. Bütün dersleri duran bir öğrenciye, neden ve niçin kredi vereceklerdi ki? Gençlik ve Spor Bakanlığı son umudumdu. Bana Bakan’dan başkasının “kefil” olması mümkün değildi. Uzaktan, Bakan’ın Özel Kalem Müdürü’nü süzdüm, ama hiç gözüm tutmadı. Bana göre tam bir “bürokrattı”. Gene de bir şansımı denedim. Yanılmadığımı anladım. Bakan ile herkesin görüşebileceğini, derdini anlatabileceğini söylüyordu. Durumumu anlattığım zaman, benim kredi almamın imkansız olduğunu kestirip attı. Ama istersem beni Bakan ile görüştüreceğini söyledi. Benim derdim sadece Bakan ile görüşmek değildi ve büyük olasılıkla Bakan “olur” diyecek ve talimat verecekti. Sonra unutulup gidecekti. Gözüm gene de etrafta, kendime bir vekil arıyordum. Bu vekilin bir “kadın”, bir “anne” veya bir “anne adayı” olması çok daha evla idi. Onlar, daha farklıydılar. Özel kalemdeki bir bayanın yanına yanaştım. Yirmili yaşlarda, benden birkaç yaş büyükçe, fakat “çok güzel” ve “çok şıktı.” Ben söze;
“- Arkadaş seninle ÖZEL bir şey görüşebilir miyim?” diye başlayınca, kız hem şaşırmış, hem de kendisine “askıntı” olamayacak kadar salaş kıyafetli birisi ne konuşabilirdi ki O’nunla?
“- Tabi, ne konuşacaksınız?”
“- Ben İstanbul’dan geliyorum. İTÜ öğrencisiyim.” Deyince biraz toparlandı ve rahatladı, en azından karşısında bir “serseri” yoktu.
“- Güzel. Konu neydi?”
“- Kredi almak istiyorum da…”
Bu genç kıza uzun uzun durumu anlattım, kendi hakkımdaki gerekli her bilgiyi sundum. Nede olsa O’da 68’li bir genç kızdı. Konuşmalarımdan çok etkilenmişti. Benden bir irtibat telefonu isteyince, ben de rahatladım. Bu bayan bu işi “hakkıyla” takip edecekti, “vekilimi” bulmuştum… İTÜ Öğrenci Birliği’nin telefonu yazdırarak, ertesi gün görüşmek üzere Bakanlıktan ayrıldım…
Kızılay’dan hızlı adımlarla geçerken, bir “Roman” vatandaştan “kızıl bir gül” aldım;
“- Bacı helal et bunu”
“- Helal olsun bre delikanlı…”
Elimde “gül”, beynimde Bakanı nasıl ikna edeceğim düşüncesiyle, Özel Kalem’e kadar geldim. Sekreter Hanım ve Özel Kalem Müdürü elimdeki gülü kaptıkları gibi beni Bakanın Odası’na sokmuşlardı bile. Demirel’in Gençlik ve Spor Bakanı Ali Şevki Erek;
“- Hoş geldin delikanlı”
“- Hoş bulduk Sayın Bakanım”
“- Bir şey içer misin?” derken zaten zile basarak çayları söylemişti bile
“- Sağ olun Sayın Bakanım”
“- İstanbul (ÖĞRENCİ OLAYLARI!) nasıl, bir şey var mı?”
“- Sakin Sayın Bakanım”
“- Sizin Denizin sakin hali de var mı?”
“- Sayın Bakanım, biliyorsunuz Denizler engindir ama zamanı gelince durulurlar da”
“- Denize Amerikan Askeri atarak mı?”
“- Sayın Bakanım, Denize Amerikan Askeri atılmadı, Emperyalist Askeri atıldı. Biz Onları 1920’lerde Denize dökerek temizledik. Ama Onların artık Denize atılmaları yanlış bence, Denizlerimizi kirletiyorlar…”
“- Kızım bana Kredi – Yurtlar Genel Müdürü’nü bağla”
“…”
“- Sana biraz sonra bir talebe gelecek, Yunus Gömleksiz, bu gün işlemleri tamamlansın, bitince beni arayın!..”
“…”
“- Teşekkür ederim Sayın Bakanım”
“- Evladım, bir ihtiyacın olursa beni mutlaka ara”…
İki yıl kadar Teşvikiye Yokuşu’nda bir “talebe evinde” kaldım. Yeni bir apartman olmasına rağmen, bizim daire, devamlı talebeler kaldığı için virane haldeydi. Bir müddet sonra, bizim daire çiçek gibi oldu. Eve Seher gelip gitmeye başlamıştı. Evde öyle bir “terör” estiriyordu ki O’nun korkusuna ne kirli, yıkanmamış tabak, ne de pis bir kül tablası kalmıştı. Ev badana edilmiş, bütün camlar silinmişti. Mutfağa ilk giren çayı demliyor, son giren bulaşıkları yıkıyordu. Herkes kalktığı zaman, önce yatağını düzeltiyor, camı açıp odasını havalandırıyordu. Nede olsa O bir “kadındı”, herkes ona saygı duyuyordu. Hepimiz bu sayede pejmürdelikten kurtulmuştuk.
Üst katımızda Maliye Müfettişi Kenan Bey ve ailesi oturuyordu. Mahallede O’nun oğulları ile ara sıra top oynardık. Kızları da Nişantaşı Kız Lisesi’nde okuyordu. Kenan Bey akşam kendi dairesine çıkarken, bizim kapıyı çalmadan edemez, akşam gelin de TV seyredelim, sohbet de ederiz, yalnız dikkat edin, sakın Leman Hanımı kızdırmayın, diyerek bize takılırdı. Kenan Beyin çocukları zaman zaman bize gelir, özellikle fen derslerinden zorlandıkları konuları bize sorarlardı. Ayla’nın Matematik’i iyiydi ama Fizik Problemlerini beraber çözerdik. Özellikle sınav zamanı;
“- Yunus Abi, yarın sınavım var, bana yardım eder misin?” der,
“- Hadi kız çabuk ol, Leman Hanım yollara düşmeden getir, çözelim” diyerek, annesini iğnelemekten geri kalmazdım.
“- MAVİ – YEŞİL Abi, dün Mustafa Kemal Amfisi’nde çok güzel konuşmuşsun”
“- Sen nerden biliyorsun?”
“- Biz biliriz MAVİ –YEŞİL Abi, bizim kızlar okulu kırıp oraya gelmişler, seni dinlemişler”
“- Herhalde, sen de aralarındaydın?”
“- Yunus ağabeyciğim, valla ben yoktum”
“- Leman Hanım’a nasıl anlatacaksın, olmadığını?”
“- Yemin Yunus Abi, söz sana bundan sonra kesinlikle MAVİ – YEŞİL Abi demeyeceğim, sakın anneme bir şey söyleme”
“- Bak Ayla, Leman Hanım’a tek şartla söylemem, eğer yarın okuldan çıkınca bana Sütiş’ten Tavuk Göğsü üstü Kaymaklı Dondurma getirirsen”
“- Gitti gene, Lemoş’un bana verdiği harçlık MAVİ – YEŞİL Abi…”
Leman Hanım Trabzon Eşrafından Babacan’lardandı. Kenan Bey İşkece Müftüsü’nün oğluydu. Kenan Bey Yedek Subaylığı sırasında, “arkadaşı” İhsan Babacan’dan Leman Hanımı istemiş ve almıştı. Leman Hanım eşraftan biri, Kenan Bey memurdu…
Haliç Tersanesi’nde işe başlar başlamaz beni en “Azılı Atölyelerin” başına vermişlerdi. Benden bir sene önce mezun olan arkadaşlarım Baş Mühendis Güner İşeri’ye benim hakkımda çok mükemmel referans vermişlerdi. Güner Bey son derece çalışkan, temiz, sadece işini yapan, fakat etrafla hiç mi hiç ilgisi olmayan birisiydi. Benim “En Azılı Atölye Ustabaşım” Şevket Usta’ydı. Şevket Usta, ıslığı çaldığı zaman, gemide çalışan bir işçi uçarak gelir, O’nun önünde el pençe divan dururdu. Sadece “- Buyur Usta” der ve O’ndan talimat beklerdi. Şevket Usta “- Git ulan Haliç’te balık tut, mangalı hazırla, al şu parayı biri aslan sütü alsın” der ve hemen hemen her akşam çilingir sofrasını kurardı, Tersane’nin içinde, Haliç Kıyısı’nda. O’na kimse bir şey diyemezdi. Şevket Usta hem Kasımpaşalı, hem gerçek bir kabadayı ve en önemlisi hiç mi hiç mühendis sevmez biriydi. Şimdiye kadar O’nun atölyesinde hiçbir mühendis barınamamış, Şevket Usta bütün mühendisleri yemişti. Fakat Gemi = Şevket Usta’ydı. Şevket Usta gerçek bir zanaatkardı. Bunu da kimse inkar etmiyordu. Bütün bunlara rağmen, Şevket Usta sözünün eri, biraz da Özel Dünyası’nda içine kapanıktı.
Diğer Tersaneler’den de duyulmuştu, benim Şevket Usta’nın atölyesine verildiğim. Benim okul arkadaşlarım, benden birkaç sene önce mezun olmuş olan diğer arkadaşlarım, beni arayarak kutluyor, “Deniz Postasının” en iyi ekip ve atölye olduğunu, çok şey öğreneceğimi söyleyerek beni teşvik ediyorlardı. Kısa bir araştırma neticesinde, Şevket Usta’nın etrafla ve sarılarla bir ilgisi olmadığını öğrendim. Ama konuya, beni teşvik edenleri memnun edecek şekilde girdim. Şevket Usta’yı odama çağırttım, oralı bile olmadı. Neden olsun ki? Nasılsa benim de diğerlerinden bir farkım yoktu. Şevket Usta her şeyi yapacak, mühendisler O’ndan yalvar yakar bilgi alacak ve yukarı aktaracaktı. Şevket Usta’nın böyle bir mühendise ihtiyacı var mıydı? Bütün mühendisler, Şevket Usta’nın bu tavrına çok sevindiler. Çünkü ben de kendileri gibi, sabahtan akşama kadar “masa üstünde para” oynayacak, olmasa Kasımpaşa’da briç partisi çevirecek, ya da kendime iş ayarlayacaktım. Ama aybaşı mutlaka maaşımı alacaktım, onlar gibi, üretmeden, hiçbir katkım olmadan, Şevket Usta’nın “işini” satarak. Çünkü bu düzen değişmezdi. Böyle gelmiş böyle gider, yarim ne eylerse güzel eylerdi…
…
Manisa Gemisi, “istimli” bir gemiydi, o zamanlar 40 yaşlarındaydı. Genel Müdür talimatı ile geminin tamiratı 2 yılda tamamlanacak ve Deniz Nakliyat’a kazandırılacaktı. Gemi Proje Koordinatörü olarak, yazılı emirle, beni atamışlardı. Bir sürü de hesap yapılmıştı. Milli ekonomiye şöyle şöyle katkısı olacak diye. Zaten Manisa ismi de çok hoşuma gidiyordu, en güzel çocukluk anılarımın geçtiği yer olarak. Hemen işe başlayamadım. Böyle bir gemi tamiratı demek Şevket Usta demekti. Yazının karbon kopyasını yanıma alarak, doğrudan Şevket Usta’nın yanına gittim, nasılsa O benim ayağıma gelmezdi.
Atölyeye girerken beni gören Şevket Usta, hemen tavrını değiştirmiş, rahat rahat oturmasına rağmen, derhal bacak bacak üstüne atmış ve tavrını belirtmişti.
“- Selamın aleykum, Şevket Abi!” ile irkilen ve şaşıran Şevket Usta, telaşla
“- Eleykum selam” demiş ve işten geçmişti. Artık O ağabeydi. Beni dinlemek zorundaydı.
“- Şevket Abi, benim çok hızlı bir öğrencilik hayatım oldu. Hemen hemen hiçbir derse girmeden üstünkörü okulu bitirdim. Ama artık mühendis olma zamanı geldi”
“- Nasıl mühendis olacaksın Yunus Bey?”
“- Şevket Abi sen beni mühendis yapacaksın, senden öğreneceğim çok şey var!”
“- Ama senin için çok tembeldir, hiç çalışmaz diyorlar. Sen hep eylem yaparmışsın. Onu sorarsan, burada çalışan mühendis de yok”
“- Zaten buraya da eylem yapmaya geldim!”
“- Nasıl, burası eylem yeri değil?
“- Şevket Abi, burası gerçek eylem yeri, yani çalışma, üretme yeri. Bakalım Onlar mı ben mi tembeliz?”
“- Ama önce anlaşmamız lazım?”
“- Nasıl ve ne konuda anlaşacağız?”
“- Mesela, duyduğuma göre sende Din ve Aile diye bir şey yokmuş”
“- Nerden biliyorsun, kim söyledi?”
“- Senin okul arkadaşların!”
“- Bak Şevket Abi, bunu halt etmişler. Bir kere, benim ve bizim dünyamızda Kadın çok kutsaldır. Kadınsız da aile olmaz. Bizim geleneklerimizde de öyle değil mi? Bütün değerleri O üretir. Eğer, bir toplumun değerlerini dejenere edeceksen önce Kadından başlarsın, yani O’nu Meta haline getirirsin, daha açıkçası O’nu alıp satarsın. Bir başka deyişle O’nu etkisiz hale getirirsin. Sonrası kolay. Ahlaksız ve dejenere bir toplum her şeyi yapar. Tam tersi biz, O’na her şeyden çok değer veririz. Çünkü, hepimiz O’nun kucağında büyüdük, hepimiz O’nu emdik. Geleceğe bizi ilk hazırlayan O. Benim Anam nasıl ahlaksız bir kadın olabilir ki? Benim anamın alınıp satılmasına nasıl razı olabilirim ki? Bacımın ahlaksız olmasına nasıl göz yumabilirim, ben? Yiğitleri, yiğit analar doğurur, Şevket Abi”
“- Gazeteler tam tersini yazıyor ama?”
“- Eğer gazeteler her şeyi doğru yazsaydı, bunları şimdi konuşuyor olmazdık. Ben bir sene önce burada işe başlamış olurdum ve seninle bu meseleleri çoktan halletmiş olurduk. O gazeteler, biz Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi derken utanmasalar Yaşasın Amerikan Emperyalizmi deyecekler nerdeyse”
“- Amerikan Emperyalizminin aile ilgisi ne?”
“- Onlara el sallayan, Onlarla flört eden genç Türk Kızları, ilerde nasıl bir anne olacak? Benim Bacılarım nasıl Emperyalistlerle kalırlar? Benim her şeyimi yozlaştıran, bozan emperyalizmdir”
“- Doğru söylüyorsun. Bu gün Cuma Namazına gidelim mi?”
“- Elbette”
“- O zaman seninle ikinci bir anlaşma yapalım, tulum giyip çalışmaya var mısın?”
“- Görmüyor musun üstümdeki tulumları, tabi ki varım”
“- İkincisi, bana Şevket Usta diyeceksin, tamam mı?”
“- Buna itirazım var. Ama söz, Mühendis olunca sana Şevket Usta diyeceğim”
“- Bahri, topla bütün işçileri, çağır buraya”
İşçiler toplanmış, saygılı şekilde Şevket Usta’nın talimatlarını bekliyorlardı,
“- Yunus Bey bizden biridir. Ben olsam da olmasam da O’nun her emri benim emrim gibi yapılacaktır. Var mı bir şey söyleyecek?”
“- Sağ ol Usta. Her şey anlaşılmıştır”…
“- Şevket Abi, gel seninle bir Beyoğlu yapalım bu akşam”
“- Tamam Yunus Bey, yalnız iki şartım var: Benim önce eve gitmem lazım, Beyoğlu’nda buluşalım. İkincisi, hesap benden”
“- Birincisi tamamda, ikincisine hayır. Bu gün benden olsun, henüz mezuniyeti kutlayamadım, bu gece onu kutlayalım”
“- Oldu, nerde buluşuyoruz?”
“- Mis Sokak, Mis Kahve yanındaki Ocak Başı, saat 20.00”…
Askeri Tersane’den gelen bütün gemilerin Çarkçı Başlarıyla beraber genel durumu değerlendirerek, bütün malzeme listesini çıkarttık. Derhal Perşembe Pazarı’na bildirerek malzemelerin hazırlanmasını talep ettik. Fakat Perşembe Pazarı Esnafı, bana karşı eylemdeydi. Benim çok önemli bir stratejik görevim daha vardı: Malzeme Muayene Komisyonu Başkanlığı. Tersaneye giren her malzemenin muayenesi bu komisyon tarafından yapılır, komisyon onayından sonra, muhasebe ödeme yapardı. Çark böyle işliyordu. Bu komisyon, bana gelinceye kadar sorunsuz, sorgusuz, adeta “dikensiz gül bahçesi” gibi işliyormuş. 1 Ocak tarihinde bu göreve başlar başlamaz, önüme onlarca Malzeme Muayene Komisyonu Raporu boca edildi. Komisyonda iki teknisyen, bir başkan vardı. İki uzman teknisyen, zaten imzalarını çoktan atmışlar, son imza için raporları bana getirmişlerdi. Uzman teknisyenleri çağırdım. Kısa bir durum değerlendirmesinden sonra, gerçek durum ortaya çıkmıştı;
“- Malzemeler uygun mu?”
“- Tabi Yunus Bey?”
“- Malzemeyi nasıl muayene ediyorsunuz?”
“- Normal şekilde”
“- Ne demek normal? Bunun standardı yok mu?”
“- Valla Yunus Bey, biz Satın Alma Talebine göre muayene ediyoruz”
“- İyi o zaman, göreyim bakayım Satın Alma Talebini”
“- O bizde değil?”
“- Nerde?”
“- Bilmiyoruz”
“- Peki, o zaman malzemelere bakalım”
“- Hmmm…”
Perşembe Pazarı Esnafı benden yılmıştı. Hiç kimse yanlış bir malzeme vermeye cesaret edemiyordu. Fakat Ermeni Bir Esnaf Vatandaş, yılmayı bırak benimle göğüs – göğse savaşıyordu. Ne olursa olsun o malzemeleri satacaktı. Malzemeler, çok değerli ve çok pahalıydı: Bronz + Prinç Burç. Geminin pervanesini çeviren, hayati önemi olan ana şaftın burçlarıydı bunlar. Şevket Usta ile yaptığımız çalışma neticesinde, hemen hemen hiçbir gemide kullanılamayacak olan, elde kalmış onlarca BURÇ… Bakalım Yunus mu güçlüydü, yoksa O mu? Adam her yolu denemişti. Nafile… Genelde trafiğe takılmamak için, mesai 08.30 sularında başladığı halde, ben 07.30 sularında Haliç’te olurdum. Odamda, o saatte, 50 yaşlarında bir adam;
“- Yunus Bey merhaba”
“- Hayrola, kimsiniz, bu saatte ne arıyorsunuz?”
“- Ben Prinç Burçların sahibiyim”
“- Her halde yanlışlık olmuş, bizim böyle bir malzeme ihtiyacımız yok”
“- Bu konu, malzemeye ihtiyaç olup olmaması önemli değil, önemli olan alınması”
“- Yani benim istediğim malzeme değil, senin istediğin malzemeyi alacağım, öyle mi?”
“- Kızmayın Yunus Bey, buraya geliş nedenim sizinle anlaşmak”
“- Olur, anlaşalım. Doğru malzeme getir, hemen anlaşalım”
“- Malzemesiz de anlaşırız”
“- Nasıl?”
“- Sizin paraya ihtiyacınız yok mu?”
“- Tabi var”
“- Ne kadar?”
Erzincan Askeri Lisesi’nde okurken, bizim boks takımının hocası, Ordu Milli Boks Takımı’nın kaptanı Üsteğmenimiz, bize;
“- Siz sporcusunuz. Eğer birini dövecekseniz, sakın ellerinizi kullanmayın, kafa ve ayaklarınızı kullanın, ellerinizle kendinizi korumak için gard alın. Böylece, sporu kişisel amaçlarınız için kullanmamış olursunuz” derdi. Yavaş yavaş ısınmaya başlamıştım. Gard almaya hiç ihtiyaç olmayacaktı.
“- Perşembe Pazarı’nın tamamı!” derken, O’da demet demet para çıkarıyordu. Alıp götürdüler O’nu bir hastaneye… Bu güne kadar da kimse beni, “disiplin kuruluna” çağırıp ifademi almadı, bu konuda… Ama, O ertesi sene 1 Ocak günü, beni yasal süre sonunda, görevden aldıkları zaman, elinde dolu bir çanta ile Haliç’ten çıkarken, çantasını Son Model Mercedes’inin penceresinden bana doğru sallayarak, yeni bir ufka doğru yol alıyordu…
Deniz Üsteğmen’e bakımını yaptığımız çıkarma gemilerini teslim ettik:
“- Teşekkür ederim Yunus Bey”
“- Zaferimiz Kutlu Olsun Üsteğmenim!”
“- Sağ ol!”
Diyerek tam bir asker selamı verdiği zaman, gözlerim dolmuş, “Kara Üsteğmen Yunus Gömleksiz” olarak Kıbrıs’a çıkamamanın, Emperyalizme Bir Asker Tokatı atamamanın hüznüne kapılmıştım… Ben neden Subay olamamıştım ?...
Manisa Gemisi’nin tamiratı hızla ilerliyordu. Şevket Usta, elinde ve beyninde ne bilgi ve beceri varsa hepsini bana aktarıyordu. Gece gündüz çalışıyorduk. Hayatımın en güzel günlerini, hem oyun oynayarak geçiriyordum, hem de 3 ay gibi bir zamanda, Şevket Usta’ya göre artık Mühendis olmuştum. Zira, bana “Yunus Bey” olarak değil, “Mühendis Bey” diye hitap ediyordu.
“- Boru çapı doğru mu Mühendis Bey?”
“- Şevket Usta Atölyede ben imal ettirdim onu”
“- O zaman doğrudur”
“- Mühendis Bey, Buhar Türbininin verimini biraz daha arttıralım, olmaz mı?”
“- Olmaz Şevket Usta. Türbin eski, malzeme yorgun. Daha yüksek basınç ve hıza dayanmaz”
Bu güzeldi…Artık beni bir “Mühendis Oğul” olarak görüyordu ve bütün idareyi bana bırakmıştı ve;
“- Mühendis Bey seninle Özel bir konu görüşmek istiyorum”
“- Tabi Şevket Usta”
“- Bu konu aramızda kalacak, kimse bilmeyecek, söz mü?”
“- Peki Şevket Usta. Söz!”
Dev gibi adam, O kabadayı, herkesin konuşmaya korktuğu adam, önümde hüngür hüngür ağlıyordu…
“- Mühendis Bey, bizde bazı töreler var, konuşulmaz bile. Hele benim konuşman hiç olmaz. Elalem ne der sonra? Biz her derdi dinleriz ama derdimizi anlatamayız kimselere. Sonra biri çıkar, karısına bile sahip çıkamadı der, ben ne yaparım sonra?”
“- Sorun tam ne, Şevket Usta?”
“- Benim Hanım kötü hasta!”
“- O zaman, şimdi töreyi bırakalım, hemen işe koyulalım. Muayene falan olmadı mı?”
“- Kız kardeşleri ilgileniyor, ne olduğu tam belli değil”
“- Tamam Şevket Usta önce tam bir tanı yapılsın, sonrasına bakarız”
Kastamonu Eşrafından Dr. Atıf Uğurlu Fakülteyi bitirmiş ve Cerrahpaşa’da staja başlamıştı. Hem Sosyal Demokrasi Dernekleri Genel Başkanı, hem de iktidardaki CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in Prenslerinden biriydi. Beni pek sevmese de kırmazdı…
“- Atıf’cığım, senden bir ricam var”
“- Ne demek, emret!”
“- Benim Abi’min Hanımı ciddi şekilde hasta…”
“- Hemen gelin!”
Şevket Usta’nın Hanımı, kısa ve ciddi bir muayene ve tedaviden sonra, sağlığına kavuştu. Şevket Usta da yeniden doğmuştu…
“- Yunus..”
“- Nerdesin sen, Seher?”
“- Yunus bir kere olsun aramadın, okul bitti devrimcilik de bitti herhalde”
“- Olur mu Seher, seni arayamadım. Bunda hatalıyım. Burada okuldan çok çalışıyorum. Okulda o kadar çok arkadaşım vardı ki… Ama burada, nerdeyse bir tane bile arkadaşım yok. Yalnız sayılırım. Aynı sıralarda okuduğum, sabahlara kadar tartıştığım, o idealist arkadaşlarımdan bir tane bile kalmadı. Okulda bulamadığım, bir türlü çözemediğim eşitsizlik burada hiç yok. Burada 3,000 lira maaş = 6,000 lira gider. Anlayacağın devrimcilik burada daha da zor. Üniversite’nin kendisi somut, söylemleri soyuttu, insanlar bol keseden atıyordu. Ama burası gerçek, hayatın kendisi.”
“- Görevin ne burada?”
“- Her şey. Atölye Mühendisliği, Gemi Tamiri, Yeni Proje Geliştirme, Malzeme Muayene Komisyonu Başkanlığı, Planlama, Dizayn, olmayan İngilizcemle Tercümanlık, aklına ne gelirse yapıyorum”
“- Pekiyi, hepsini yapabiliyor musun?”
“- Beni kontrol eden, daha doğrusu kontrol edebilecek kimse yok. Bana yapar mısın diye soruyorlar, bende evet diyorum. Yani zorla bir şey yaptırmıyorlar.”
“- Bu kadar kendini yüklemenin amacı ne?”
“- Yükleme demek yanlış, öğrenme isteği daha doğru deyim. Bizim ülkemiz Geri Kalmış, daha doğrusu Geri Bıraktırılmış. Kalkınmış Ülkeler, 1850’den bu yana Sanayi Devrimini tamamlayarak, Emperyalist Ülke haline geldiler, Pazar Paylarını genişlettiler. Bizim işimiz daha zor. Onları yenebilmek için mutlaka onlardan çok iyi olmamız gerekir. Kalkınma sanayileşme ile olur. İyi sanayileşme iyi mühendisle olur. Artık benim görevim hem daha zor hem daha kutsal. Mesela yarın bir gün Koç’a gitsem, bunların hiç birini yaptırmazlar bana. Sadece tek görev verirler. Organize firmalarda ihtisaslaşma önemlidir, verimliliği artırmak için.”
“- Bu kadar çalışmanın sonu ne olacak, sen yaşamayacak mısın?”
“- Bu yaşamın kendisi, yaşamın diyalektiği. Seher dur hele, daha çalışmanın başındayım”
“- Daha önünde askerlik var. Allah bilir doktora da yaparsın”
“- Askerlik olmayacak herhalde. Bizim çocuklar bir tasarı hazırlayıp Ecevit’e sundular: Belirli bir müddet Askeri Okullarda okuyanların askerlikten muaf tutulması için. Sanırım bu günlerde Meclis’te görüşülüp kabul edilecek. Eğer askerlik yapmasam, bu süreyi İngiltere’de geçireceğim. Lisan eğitimi için. Ama doktora yapmayı düşünmüyorum. Teori ve Pratik’ten kendimi Pratik’e daha yakın görüyorum.”
“- Yunus sen İngilizce biliyorsun, ne lüzum var İngiltere’ye gitmeye”
“- Seher, bu İngilizce ile ancak Haliç’te çalışırım. Oysa benim bir Amerikan, İngiliz veya Alman Mühendisinden daha iyi İngilizce bilmem lazım. Onlarla asla Türkçe tartışma şansım olmayacak. Onlardan üstün olmalıyım, onları yenmeliyim. Ancak böyle başarılı olurum”
“- Çok zaman var!...”
“- Hadi gidelim, Seher”
“- Nereye?”
“- Misafirimi en iyi şekilde ağırlayacak bir yere”…
Merkez Bankası’na gidip, döviz işlemlerinin detayını öğrenecektim. Hem zaten Haliç’in karşı yakası Merkez Bankası idi… Bilemedin yürüyerek 5 dakikalık bir yoldu. Unkapanı’nındaki T.C. Merkez Bankası Kambiyo Şubesi’nden içeri girer girmez, hemen gişeler vardı ve gişelerde birisi oturuyordu… Bu “YEŞİL – MAVİ Yunus Abi” diye bana takılan Ayla’ydı… Aman Allahım, ne kadar değişmişti, O muzip, dalga geçen “çocuk” gitmiş, genç, alımlı “müthiş bir genç kadın” gelmişti… Beni görünce, yanındaki arkadaşına işini bırakışı, koşar adımlarla bana gelişi ve bana sarılışı, bütün vücudumu titretiyordu. Allah Allah, bu zavallı anamın “- Oğul, oğul bana helal süt emmiş AK PAK bir gelin getir, senin mürüvvetini göreyim oğul” dediği gelin adayı bu muydu yoksa?
“- Yunus ağabeyciğim hoş geldin”
“- Artık bana YEŞİL – MAVİ Yunus Abi demeyecek kadar büyümüşşün’”
“- Aşk olsun be Yunus Abi… Yunus Bey… Yunus…” deyince, beynimden aşağı kaynar sular dökülmüştü… “- Yunus…”
Ayla Fakülteyi bitirmiş, Merkez Bankası Döviz Transferleri Servisi’nde çalışıyordu. Servis, Almancıların Markları ile uğraşıyordu. Bir Almancı Vatandaş, işinin çabuk olması için, Pasaportunun içine 10 Mark koymuş. Ayla, Pasaportun içindeki 10 Markı görünce, Pasaportu pencereden dışarı fırlatmış. Amiri mükafat olarak onu vezneye vermiş. Şerefsiz… Yapılır mı bu “AK PAK gelin adayına?”…
Manisa Gemisini, Şevket Usta ve ekibiyle birlikte, 2 sene yerine altı 6 ayda çıkarmıştık. Marmara Denizindeki bu ilk başarımızın deneme turunu yaparken, Genel Müdür Nezih Neyzi imzası ile bir taktir ve teşekkür yazısı yazılmıştı “Proje Koordinatörü Yunus Gömleksiz” adına. Yazı “ benim başarımdan” bahsediyordu…Benim için,
“Sayın Nezih Neyzi – Genel Müdür,
Konu: Taktir yazısı hak.
Yazınıza, bütün ekip arkadaşlarım adına teşekkür ederim.
Yazınızın, ekte isimleri verilen ekip arkadaşlarıma hitaben, tekrar yazılması hususunu emir ve müsaadelerinize arz ederim.
Saygılarımla,
Yunus Gömleksiz
Manisa Gemisi Koordinatörü”
Yazısını yazmaktan başka yol kalmamıştı…
Verilen bütün görevleri tamamlayıp, yeni hiçbir görev almayarak, Haliç Tersanesi’nden ayrıldım. Arkamdan, 7 gün 7 gece düğün - bayram yaptılar… Aslında 40 gün 40 gece sürdürseler bu eğlenceyi haklıydılar. Kurtuldukları belaya değerdi…. Artık, Onları korkutacak, uğraştıracak hiçbir kontrol mekanizması ve eylem kalmamıştı… Gene de onlara bir izimi bırakmıştım: “- Evlat beni unutma” diyen Şevket Abi’yi…
Yeşilköy’de Atatürk Havalimanında, Onlarla vedalaşırken, İngiltere’de iki sene vaktim olacaktı, O’na soracağım soru için;
“- Devrim’in ve Barış’ın sana Anne bana Baba demesini ister misin?” …
Sevgiler,
Yunus Gömleksiz
Tenissever
(Önce bir saptama yapmam gerekiyor:
Yazdığım bir yazıyı, yazarken hiç okumuyorum. Tenissever’de yayınlandıktan sonra, ben de ilk defa okuyorum. Bu bana çoşku ve heycecan veriyor. Bu arada, yaptığım yazım hatalarını görüyorum. Bu hatalar için özür diliyorum.
İkincisi, 68 derken, bir felsefeden bahsettiğimi özellikle belirtmek istiyorum. 68 DEVAM EDİYOR, 78 İLE, 88 İLE VE 2006 İLE, O BİR SÜREÇ. Benim 68’e çakılı kalmam mümkün değil. Bu bir MİLAT… Ama ben Deniz’le aynı karakolda, aynı polisten dayak yedim. Vedat Demircioğlu ile aynı yurtta kalıyordum. Taylan bizim ilk şehidimizdi. Taylan’ın babası Subaydı. Yanyana, omuz omuza cenazeyi kaldırmıştık. Değerli bir ASKER idi. İbrahim Kaypakkaya ile “bir tabak kuru fasulyeyi” ORTAK yerdik, paylaşırdık. Mahir Çayan ile sabahlara kadar tartışırdık. Yusuf’la Hüseyin ile “yürüdüm”… Oysa 78 kuşağı bizden çok daha zor bir dönem yaşadı. Sabah işe giden sevgili eşimin, akşam eve nasıl döneceğini, tersinin de O’nun tarafından, endişeli şekilde düşünüldüğünü çok iyi anımsıyorum. Biricik kızım Bilgen Devrim’in Yuva’dan bizden önce eve gelip gelmediğini nasıl merak etmem ki? 68, BEN ÜNİVERSİTEYİ BİTİRİNCE ASLA BİTMEDİ, SONRAKİ KUŞAKLAR, 68 KUŞAĞINDAN DAHA ZOR BİR DÖNEM YAŞIDILAR, YAŞIYORLAR… Bu dönem mi? Daha da zor… Umarım, ÜÇÜNCÜ KEZ ÇALINAN ANILARIM’ı tamamlayabilirsem, bu günü de tartışırız…GLOBALİZM, BİLİŞİM ve BİLİŞİM TOPLUMU ve de “TEK BOYUTLU DÜNYA”… BUNLARIN HEPSİ “Zavallı Anamın”, “İlk Kadınımın” bana, “Tek Erkeğine”; “- Oğul, oğul, güzel oğul, yer yarılsa, gök çatlasa…” diye başlayan “Irazca Ana” öğütlerinin, deyişlerinin benim dilime tercümesinden “ibarettir”… Benim açımdan, yazılarım aynı zamanda bir ÖZELEŞTİRİ’dir…
Yazdığım yazıyı, tekrar okuyunca bir hata da 06 tanımında yapmış olduğumu anladım. Onu “06 KUŞAĞI” derken 06 = ANKARA = POLİTİK ERK, anlamında kullandım. Ama reel 06 KUŞAĞI kaçınılmaz olarak 68 KUŞAĞI’ından NESNEL açıdan bakıldığında, çok ilerde. Yoksa, “Değişmeyen tek şey değişimdir” diyen ünlü düşünüre saygısızlık etmiş olurum. ODTÜ’li gençlerin DEMOKRATİK PROTESTOLARI’nı okuyup dinledikçe gözlerim yaşarıyor, müthiş keyf alıyorum. Bizim İTÜ kayıp herhalde?)
Ben, doğal olarak, aynı yıl üniversiteye girdiğim devre arkadaşlarımdan, bir yıl geç mezun oldum. Ama son sınıfa gelinceye kadar, hemen hemen hiçbir ders vermemiştim. Diploma travayı dahil, bizim fakültede toplam 61 ders, yani yıl başına 12 ders, vardı (?). Bense 5 yılda sadece 12 ders vermiştim. Bizim üniversiteye girdiğimiz sene, 2. sınıftan 3. sınıfa geçebilmek için 1. ve 2. sınıftaki bütün dersleri vermemiz gerekiyordu, yani barajı geçmemiz şarttı…Ders sayısını tam olarak bilmiyorum ama 1. ve 2. sınıftaki toplam ders sayısı sanırım 24 olup hepsinden geçmemiz, baraj nedeni ile gerekliydi…ki 3. sınıf öğrencisi olabilelim.
O sene İTÜ Öğrenci Birliği Başkanı Sevgili Tarık Almaç’tı. Tarık, Talat Aydemir zamanında Harp Okulu Öğrencisi olduğu için toptan Harp Okulu’ndan ihraç edilenlerden olup İTÜ sınavını kazanarak Mimarlık Fakültesi’ne girmişti. Öğrenci formlarında, baraj konusu sık sık gündeme geliyordu. Tarık ile oturup uzun uzun müzakere ettik;
“- Tarık, bir İTÜ Öğrencisi olarak, baraj konusunda ne düşünüyorsun?”
“- Açıkçası herhangi bir şey düşünmedim. Ne anlamda soruyorsun bunu?”
“- Bir sürü arkadaş, üniversitede eğitimin özgür ve serbest olmasını istiyor.”
“- Baraj kalkınca özgür ve serbest mi olacak yani?”
“- Sence DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE’de baraj olmalı mı?”
“- Hmmm…”
“- Bak Tarık, bizler Türkiye’nin en iyi okulunu kazanarak, ilk rüştümüzü ispat etmiş olduk. Biz sorumluluğumuzu bilmeyecek seviyede miyiz? Bana sorarsan, üniversite hem ÖZERK hem de DEMOKRATİK olmalı. O halde, İTÜ’ni kazanmış bir öğrencinin derse girip girmemesi, barajı geçip geçmemesi tamamen o öğrencinin sorumluluğunda olmalı. Benim şahsi fikrim barajın kalkmasından yana. Eğer sen de bu konuda aynı fikirdeysen, konuyu rektörle görüş. Eğer değilsen, tartışalım.”
“- Biraz düşüneyim, ama her yönetimin bir tasarrufu olmalı. Buna Üniversite Senatosu karar vermeli.”
“- Neticede, konu hakkındaki son kararı Üniversite Senatosu verecek ama, bu konuyu Senato’ya taşımak lazım. Yalnız, DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE’de öğrencilerin katılımı da söz konusu. Bence, önce aramızda fikir birliğini sağladıktan sonra konuyu Senato’ya taşıyalım.”
“- Olur. Fakültelerde görüşelim, durum tespiti yapalım.”
Baraj, Senato kararı ile kalkmıştı. Ama “vize” devam ediyordu. Vizenin alınabilmesi için devam şarttı. Ben de hemen hemen hiçbir derse girmediğim halde “bütün vizeleri” alıyordum. Makine Fakültesi Dekanlığı, BARAJIN SORUMLUSU olarak beni görüyordu. Bu nedenle, cezamı vermişlerdi zaten…
Seher de önümde artık bir engel kalmadığını, mezun olmam gerektiğini söylüyordu. Ama ders durumumdan hiçbir haberi yoktu. O’na da bu sene mezun olacağımı söylemiştim. Ama nasıl? Detayını bilmiyordum. Fakat karar vermiştim, mezun olacaktım, 3 dönemde; Şubat, Haziran ve Eylül. Dönem başına 16 ders verecektim. Bir sınav programı yaptım: 1. Benim Dönemin Asistanı olduğu dersler (Onlar geçen yıl mezun olmuşlardı), 2. Devrimci Asistanların Dersleri, 3. Mutlaka “Çalışmam” gereken dersler. Geriye bir sorun kalmıştı: 21 günlük (Pazar dahil) sınav döneminde 18 sınav günü ve 33 sınav saati (sabah – öğleden sonra – Cumartesi öğleden sonra sınav yoktu) vardı ve gireceğim 16 sınavın üst üste gelmemesi mümkün değildi, zira 1. sınıftan 5. sınıfa kadar her dönem ve devreden dersim vardı. Genelde önce bir “Taslak Sınav Programı” yapılır, genel istek üzerine bazı sınav tarihleri değiştirilebilir ve sonra netleştirilirdi. Bunların hepsini aşabilirdim. Ama bir sorun vardı ki onu nasıl aşacaktım?…
“- Hocam, biliyorsunuz cezam kalktı”
“- Ne fark eder ki?”
“- Neden fark etmesin Hocam? Ben de normal olarak derslere girip sizin dersinizden de vize alıp sınava girip sınıfı geçeceğim. Bunun neresi normal değil ki?”
“- Seni mezun edersem şerefsizim…”
“- Ben İTÜ’de hiçbir şerefsiz Hoca’dan ders almadım, benim ÜNİVERİSTEMDE ŞEREFSİZ HOCA OLMAZ HOCAM…Bana ders veren her hoca şereflidir, Hocam…”
Evet beni mezun etmeyecek Hocam hem dekandı, hem de önemli bir dersin de hocasıydı…
Şubat dönemi sınav programı hazırlanmadan önce Dekan’a (İsmini vermek istemiyorum, hem rahmetli oldu, hem arkadaş olduk sonra, cenazesine gittim, öğrenciliğimde beni hiç sevmezdi, bir de yaşanan olayı Rahmetli Hocam, ben ve Seher biliyordu. Yani ispatı mümkün değil) gittim;
“- Hocam, Şubat döneminde sınavına gireceğim dersler bunlar. Sizden ricam, sınav programı hazırlanırken bu dersler çakışmasın.”
“- Merak etme sen (yüzünde müstehzi bir gülümseme ile, nasıl olsa mezun olamayacaksın edasıyla) hiç birisi çakışmaz.”
“- Sağ olun Hocam”
“- Bir dakika, sekreteri çağırıp talimat vereyim. Program hazırlanırken seni de çağırsınlar. Daha iyi olmaz mı?”
“- Olmaz mı Hocam, çok iyi olur.”
Şubat ve Haziran döneminde girdiğim 17’şer dersten sadece O’nun dersinden çakmıştım üst üste iki kez. Bütün toplamalarda, 16 + 1 = 16 ve 17 + 17 = 32 ediyordu hep… Ve EYLÜL yani FİNAL gelmişti… Yıllar sonra kurduğum şirketin adı da FİNAL idi. FİNAL MÜHENDİSLİK, FINAL ENGINEERING… Ah Sevgili ve Rahmetli Hocam beni ne kadar etkilemişsin… Ben hep FİNAL mi oynayacağım, hiç mi benim KUPA hakkım olmayacak!...
Hemen hiçbir Öğrenci Yurdu Müdürü beni yurda almıyordu, kötü mimlenmiştim yani. Kalacak yerim de yoktu. Cezam kalktıktan, İTÜ’ye geri döndükten sonra, “Eylem, Söylem ve Hitam” bütünlüğü içinde, “Eylem ve Söylemi” biraz azaltarak, “Hitamı”, mezuniyeti biraz artırarak, doğrudan Ankara’nın yolunu tuttum, Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun kapısına dayandım. Okuldaki durum itibarı ile bana kredi vermeleri mümkün değildi. Doğruydu. Bütün dersleri duran bir öğrenciye, neden ve niçin kredi vereceklerdi ki? Gençlik ve Spor Bakanlığı son umudumdu. Bana Bakan’dan başkasının “kefil” olması mümkün değildi. Uzaktan, Bakan’ın Özel Kalem Müdürü’nü süzdüm, ama hiç gözüm tutmadı. Bana göre tam bir “bürokrattı”. Gene de bir şansımı denedim. Yanılmadığımı anladım. Bakan ile herkesin görüşebileceğini, derdini anlatabileceğini söylüyordu. Durumumu anlattığım zaman, benim kredi almamın imkansız olduğunu kestirip attı. Ama istersem beni Bakan ile görüştüreceğini söyledi. Benim derdim sadece Bakan ile görüşmek değildi ve büyük olasılıkla Bakan “olur” diyecek ve talimat verecekti. Sonra unutulup gidecekti. Gözüm gene de etrafta, kendime bir vekil arıyordum. Bu vekilin bir “kadın”, bir “anne” veya bir “anne adayı” olması çok daha evla idi. Onlar, daha farklıydılar. Özel kalemdeki bir bayanın yanına yanaştım. Yirmili yaşlarda, benden birkaç yaş büyükçe, fakat “çok güzel” ve “çok şıktı.” Ben söze;
“- Arkadaş seninle ÖZEL bir şey görüşebilir miyim?” diye başlayınca, kız hem şaşırmış, hem de kendisine “askıntı” olamayacak kadar salaş kıyafetli birisi ne konuşabilirdi ki O’nunla?
“- Tabi, ne konuşacaksınız?”
“- Ben İstanbul’dan geliyorum. İTÜ öğrencisiyim.” Deyince biraz toparlandı ve rahatladı, en azından karşısında bir “serseri” yoktu.
“- Güzel. Konu neydi?”
“- Kredi almak istiyorum da…”
Bu genç kıza uzun uzun durumu anlattım, kendi hakkımdaki gerekli her bilgiyi sundum. Nede olsa O’da 68’li bir genç kızdı. Konuşmalarımdan çok etkilenmişti. Benden bir irtibat telefonu isteyince, ben de rahatladım. Bu bayan bu işi “hakkıyla” takip edecekti, “vekilimi” bulmuştum… İTÜ Öğrenci Birliği’nin telefonu yazdırarak, ertesi gün görüşmek üzere Bakanlıktan ayrıldım…
Kızılay’dan hızlı adımlarla geçerken, bir “Roman” vatandaştan “kızıl bir gül” aldım;
“- Bacı helal et bunu”
“- Helal olsun bre delikanlı…”
Elimde “gül”, beynimde Bakanı nasıl ikna edeceğim düşüncesiyle, Özel Kalem’e kadar geldim. Sekreter Hanım ve Özel Kalem Müdürü elimdeki gülü kaptıkları gibi beni Bakanın Odası’na sokmuşlardı bile. Demirel’in Gençlik ve Spor Bakanı Ali Şevki Erek;
“- Hoş geldin delikanlı”
“- Hoş bulduk Sayın Bakanım”
“- Bir şey içer misin?” derken zaten zile basarak çayları söylemişti bile
“- Sağ olun Sayın Bakanım”
“- İstanbul (ÖĞRENCİ OLAYLARI!) nasıl, bir şey var mı?”
“- Sakin Sayın Bakanım”
“- Sizin Denizin sakin hali de var mı?”
“- Sayın Bakanım, biliyorsunuz Denizler engindir ama zamanı gelince durulurlar da”
“- Denize Amerikan Askeri atarak mı?”
“- Sayın Bakanım, Denize Amerikan Askeri atılmadı, Emperyalist Askeri atıldı. Biz Onları 1920’lerde Denize dökerek temizledik. Ama Onların artık Denize atılmaları yanlış bence, Denizlerimizi kirletiyorlar…”
“- Kızım bana Kredi – Yurtlar Genel Müdürü’nü bağla”
“…”
“- Sana biraz sonra bir talebe gelecek, Yunus Gömleksiz, bu gün işlemleri tamamlansın, bitince beni arayın!..”
“…”
“- Teşekkür ederim Sayın Bakanım”
“- Evladım, bir ihtiyacın olursa beni mutlaka ara”…
İki yıl kadar Teşvikiye Yokuşu’nda bir “talebe evinde” kaldım. Yeni bir apartman olmasına rağmen, bizim daire, devamlı talebeler kaldığı için virane haldeydi. Bir müddet sonra, bizim daire çiçek gibi oldu. Eve Seher gelip gitmeye başlamıştı. Evde öyle bir “terör” estiriyordu ki O’nun korkusuna ne kirli, yıkanmamış tabak, ne de pis bir kül tablası kalmıştı. Ev badana edilmiş, bütün camlar silinmişti. Mutfağa ilk giren çayı demliyor, son giren bulaşıkları yıkıyordu. Herkes kalktığı zaman, önce yatağını düzeltiyor, camı açıp odasını havalandırıyordu. Nede olsa O bir “kadındı”, herkes ona saygı duyuyordu. Hepimiz bu sayede pejmürdelikten kurtulmuştuk.
Üst katımızda Maliye Müfettişi Kenan Bey ve ailesi oturuyordu. Mahallede O’nun oğulları ile ara sıra top oynardık. Kızları da Nişantaşı Kız Lisesi’nde okuyordu. Kenan Bey akşam kendi dairesine çıkarken, bizim kapıyı çalmadan edemez, akşam gelin de TV seyredelim, sohbet de ederiz, yalnız dikkat edin, sakın Leman Hanımı kızdırmayın, diyerek bize takılırdı. Kenan Beyin çocukları zaman zaman bize gelir, özellikle fen derslerinden zorlandıkları konuları bize sorarlardı. Ayla’nın Matematik’i iyiydi ama Fizik Problemlerini beraber çözerdik. Özellikle sınav zamanı;
“- Yunus Abi, yarın sınavım var, bana yardım eder misin?” der,
“- Hadi kız çabuk ol, Leman Hanım yollara düşmeden getir, çözelim” diyerek, annesini iğnelemekten geri kalmazdım.
“- MAVİ – YEŞİL Abi, dün Mustafa Kemal Amfisi’nde çok güzel konuşmuşsun”
“- Sen nerden biliyorsun?”
“- Biz biliriz MAVİ –YEŞİL Abi, bizim kızlar okulu kırıp oraya gelmişler, seni dinlemişler”
“- Herhalde, sen de aralarındaydın?”
“- Yunus ağabeyciğim, valla ben yoktum”
“- Leman Hanım’a nasıl anlatacaksın, olmadığını?”
“- Yemin Yunus Abi, söz sana bundan sonra kesinlikle MAVİ – YEŞİL Abi demeyeceğim, sakın anneme bir şey söyleme”
“- Bak Ayla, Leman Hanım’a tek şartla söylemem, eğer yarın okuldan çıkınca bana Sütiş’ten Tavuk Göğsü üstü Kaymaklı Dondurma getirirsen”
“- Gitti gene, Lemoş’un bana verdiği harçlık MAVİ – YEŞİL Abi…”
Leman Hanım Trabzon Eşrafından Babacan’lardandı. Kenan Bey İşkece Müftüsü’nün oğluydu. Kenan Bey Yedek Subaylığı sırasında, “arkadaşı” İhsan Babacan’dan Leman Hanımı istemiş ve almıştı. Leman Hanım eşraftan biri, Kenan Bey memurdu…
Haliç Tersanesi’nde işe başlar başlamaz beni en “Azılı Atölyelerin” başına vermişlerdi. Benden bir sene önce mezun olan arkadaşlarım Baş Mühendis Güner İşeri’ye benim hakkımda çok mükemmel referans vermişlerdi. Güner Bey son derece çalışkan, temiz, sadece işini yapan, fakat etrafla hiç mi hiç ilgisi olmayan birisiydi. Benim “En Azılı Atölye Ustabaşım” Şevket Usta’ydı. Şevket Usta, ıslığı çaldığı zaman, gemide çalışan bir işçi uçarak gelir, O’nun önünde el pençe divan dururdu. Sadece “- Buyur Usta” der ve O’ndan talimat beklerdi. Şevket Usta “- Git ulan Haliç’te balık tut, mangalı hazırla, al şu parayı biri aslan sütü alsın” der ve hemen hemen her akşam çilingir sofrasını kurardı, Tersane’nin içinde, Haliç Kıyısı’nda. O’na kimse bir şey diyemezdi. Şevket Usta hem Kasımpaşalı, hem gerçek bir kabadayı ve en önemlisi hiç mi hiç mühendis sevmez biriydi. Şimdiye kadar O’nun atölyesinde hiçbir mühendis barınamamış, Şevket Usta bütün mühendisleri yemişti. Fakat Gemi = Şevket Usta’ydı. Şevket Usta gerçek bir zanaatkardı. Bunu da kimse inkar etmiyordu. Bütün bunlara rağmen, Şevket Usta sözünün eri, biraz da Özel Dünyası’nda içine kapanıktı.
Diğer Tersaneler’den de duyulmuştu, benim Şevket Usta’nın atölyesine verildiğim. Benim okul arkadaşlarım, benden birkaç sene önce mezun olmuş olan diğer arkadaşlarım, beni arayarak kutluyor, “Deniz Postasının” en iyi ekip ve atölye olduğunu, çok şey öğreneceğimi söyleyerek beni teşvik ediyorlardı. Kısa bir araştırma neticesinde, Şevket Usta’nın etrafla ve sarılarla bir ilgisi olmadığını öğrendim. Ama konuya, beni teşvik edenleri memnun edecek şekilde girdim. Şevket Usta’yı odama çağırttım, oralı bile olmadı. Neden olsun ki? Nasılsa benim de diğerlerinden bir farkım yoktu. Şevket Usta her şeyi yapacak, mühendisler O’ndan yalvar yakar bilgi alacak ve yukarı aktaracaktı. Şevket Usta’nın böyle bir mühendise ihtiyacı var mıydı? Bütün mühendisler, Şevket Usta’nın bu tavrına çok sevindiler. Çünkü ben de kendileri gibi, sabahtan akşama kadar “masa üstünde para” oynayacak, olmasa Kasımpaşa’da briç partisi çevirecek, ya da kendime iş ayarlayacaktım. Ama aybaşı mutlaka maaşımı alacaktım, onlar gibi, üretmeden, hiçbir katkım olmadan, Şevket Usta’nın “işini” satarak. Çünkü bu düzen değişmezdi. Böyle gelmiş böyle gider, yarim ne eylerse güzel eylerdi…
…
Manisa Gemisi, “istimli” bir gemiydi, o zamanlar 40 yaşlarındaydı. Genel Müdür talimatı ile geminin tamiratı 2 yılda tamamlanacak ve Deniz Nakliyat’a kazandırılacaktı. Gemi Proje Koordinatörü olarak, yazılı emirle, beni atamışlardı. Bir sürü de hesap yapılmıştı. Milli ekonomiye şöyle şöyle katkısı olacak diye. Zaten Manisa ismi de çok hoşuma gidiyordu, en güzel çocukluk anılarımın geçtiği yer olarak. Hemen işe başlayamadım. Böyle bir gemi tamiratı demek Şevket Usta demekti. Yazının karbon kopyasını yanıma alarak, doğrudan Şevket Usta’nın yanına gittim, nasılsa O benim ayağıma gelmezdi.
Atölyeye girerken beni gören Şevket Usta, hemen tavrını değiştirmiş, rahat rahat oturmasına rağmen, derhal bacak bacak üstüne atmış ve tavrını belirtmişti.
“- Selamın aleykum, Şevket Abi!” ile irkilen ve şaşıran Şevket Usta, telaşla
“- Eleykum selam” demiş ve işten geçmişti. Artık O ağabeydi. Beni dinlemek zorundaydı.
“- Şevket Abi, benim çok hızlı bir öğrencilik hayatım oldu. Hemen hemen hiçbir derse girmeden üstünkörü okulu bitirdim. Ama artık mühendis olma zamanı geldi”
“- Nasıl mühendis olacaksın Yunus Bey?”
“- Şevket Abi sen beni mühendis yapacaksın, senden öğreneceğim çok şey var!”
“- Ama senin için çok tembeldir, hiç çalışmaz diyorlar. Sen hep eylem yaparmışsın. Onu sorarsan, burada çalışan mühendis de yok”
“- Zaten buraya da eylem yapmaya geldim!”
“- Nasıl, burası eylem yeri değil?
“- Şevket Abi, burası gerçek eylem yeri, yani çalışma, üretme yeri. Bakalım Onlar mı ben mi tembeliz?”
“- Ama önce anlaşmamız lazım?”
“- Nasıl ve ne konuda anlaşacağız?”
“- Mesela, duyduğuma göre sende Din ve Aile diye bir şey yokmuş”
“- Nerden biliyorsun, kim söyledi?”
“- Senin okul arkadaşların!”
“- Bak Şevket Abi, bunu halt etmişler. Bir kere, benim ve bizim dünyamızda Kadın çok kutsaldır. Kadınsız da aile olmaz. Bizim geleneklerimizde de öyle değil mi? Bütün değerleri O üretir. Eğer, bir toplumun değerlerini dejenere edeceksen önce Kadından başlarsın, yani O’nu Meta haline getirirsin, daha açıkçası O’nu alıp satarsın. Bir başka deyişle O’nu etkisiz hale getirirsin. Sonrası kolay. Ahlaksız ve dejenere bir toplum her şeyi yapar. Tam tersi biz, O’na her şeyden çok değer veririz. Çünkü, hepimiz O’nun kucağında büyüdük, hepimiz O’nu emdik. Geleceğe bizi ilk hazırlayan O. Benim Anam nasıl ahlaksız bir kadın olabilir ki? Benim anamın alınıp satılmasına nasıl razı olabilirim ki? Bacımın ahlaksız olmasına nasıl göz yumabilirim, ben? Yiğitleri, yiğit analar doğurur, Şevket Abi”
“- Gazeteler tam tersini yazıyor ama?”
“- Eğer gazeteler her şeyi doğru yazsaydı, bunları şimdi konuşuyor olmazdık. Ben bir sene önce burada işe başlamış olurdum ve seninle bu meseleleri çoktan halletmiş olurduk. O gazeteler, biz Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi derken utanmasalar Yaşasın Amerikan Emperyalizmi deyecekler nerdeyse”
“- Amerikan Emperyalizminin aile ilgisi ne?”
“- Onlara el sallayan, Onlarla flört eden genç Türk Kızları, ilerde nasıl bir anne olacak? Benim Bacılarım nasıl Emperyalistlerle kalırlar? Benim her şeyimi yozlaştıran, bozan emperyalizmdir”
“- Doğru söylüyorsun. Bu gün Cuma Namazına gidelim mi?”
“- Elbette”
“- O zaman seninle ikinci bir anlaşma yapalım, tulum giyip çalışmaya var mısın?”
“- Görmüyor musun üstümdeki tulumları, tabi ki varım”
“- İkincisi, bana Şevket Usta diyeceksin, tamam mı?”
“- Buna itirazım var. Ama söz, Mühendis olunca sana Şevket Usta diyeceğim”
“- Bahri, topla bütün işçileri, çağır buraya”
İşçiler toplanmış, saygılı şekilde Şevket Usta’nın talimatlarını bekliyorlardı,
“- Yunus Bey bizden biridir. Ben olsam da olmasam da O’nun her emri benim emrim gibi yapılacaktır. Var mı bir şey söyleyecek?”
“- Sağ ol Usta. Her şey anlaşılmıştır”…
“- Şevket Abi, gel seninle bir Beyoğlu yapalım bu akşam”
“- Tamam Yunus Bey, yalnız iki şartım var: Benim önce eve gitmem lazım, Beyoğlu’nda buluşalım. İkincisi, hesap benden”
“- Birincisi tamamda, ikincisine hayır. Bu gün benden olsun, henüz mezuniyeti kutlayamadım, bu gece onu kutlayalım”
“- Oldu, nerde buluşuyoruz?”
“- Mis Sokak, Mis Kahve yanındaki Ocak Başı, saat 20.00”…
Askeri Tersane’den gelen bütün gemilerin Çarkçı Başlarıyla beraber genel durumu değerlendirerek, bütün malzeme listesini çıkarttık. Derhal Perşembe Pazarı’na bildirerek malzemelerin hazırlanmasını talep ettik. Fakat Perşembe Pazarı Esnafı, bana karşı eylemdeydi. Benim çok önemli bir stratejik görevim daha vardı: Malzeme Muayene Komisyonu Başkanlığı. Tersaneye giren her malzemenin muayenesi bu komisyon tarafından yapılır, komisyon onayından sonra, muhasebe ödeme yapardı. Çark böyle işliyordu. Bu komisyon, bana gelinceye kadar sorunsuz, sorgusuz, adeta “dikensiz gül bahçesi” gibi işliyormuş. 1 Ocak tarihinde bu göreve başlar başlamaz, önüme onlarca Malzeme Muayene Komisyonu Raporu boca edildi. Komisyonda iki teknisyen, bir başkan vardı. İki uzman teknisyen, zaten imzalarını çoktan atmışlar, son imza için raporları bana getirmişlerdi. Uzman teknisyenleri çağırdım. Kısa bir durum değerlendirmesinden sonra, gerçek durum ortaya çıkmıştı;
“- Malzemeler uygun mu?”
“- Tabi Yunus Bey?”
“- Malzemeyi nasıl muayene ediyorsunuz?”
“- Normal şekilde”
“- Ne demek normal? Bunun standardı yok mu?”
“- Valla Yunus Bey, biz Satın Alma Talebine göre muayene ediyoruz”
“- İyi o zaman, göreyim bakayım Satın Alma Talebini”
“- O bizde değil?”
“- Nerde?”
“- Bilmiyoruz”
“- Peki, o zaman malzemelere bakalım”
“- Hmmm…”
Perşembe Pazarı Esnafı benden yılmıştı. Hiç kimse yanlış bir malzeme vermeye cesaret edemiyordu. Fakat Ermeni Bir Esnaf Vatandaş, yılmayı bırak benimle göğüs – göğse savaşıyordu. Ne olursa olsun o malzemeleri satacaktı. Malzemeler, çok değerli ve çok pahalıydı: Bronz + Prinç Burç. Geminin pervanesini çeviren, hayati önemi olan ana şaftın burçlarıydı bunlar. Şevket Usta ile yaptığımız çalışma neticesinde, hemen hemen hiçbir gemide kullanılamayacak olan, elde kalmış onlarca BURÇ… Bakalım Yunus mu güçlüydü, yoksa O mu? Adam her yolu denemişti. Nafile… Genelde trafiğe takılmamak için, mesai 08.30 sularında başladığı halde, ben 07.30 sularında Haliç’te olurdum. Odamda, o saatte, 50 yaşlarında bir adam;
“- Yunus Bey merhaba”
“- Hayrola, kimsiniz, bu saatte ne arıyorsunuz?”
“- Ben Prinç Burçların sahibiyim”
“- Her halde yanlışlık olmuş, bizim böyle bir malzeme ihtiyacımız yok”
“- Bu konu, malzemeye ihtiyaç olup olmaması önemli değil, önemli olan alınması”
“- Yani benim istediğim malzeme değil, senin istediğin malzemeyi alacağım, öyle mi?”
“- Kızmayın Yunus Bey, buraya geliş nedenim sizinle anlaşmak”
“- Olur, anlaşalım. Doğru malzeme getir, hemen anlaşalım”
“- Malzemesiz de anlaşırız”
“- Nasıl?”
“- Sizin paraya ihtiyacınız yok mu?”
“- Tabi var”
“- Ne kadar?”
Erzincan Askeri Lisesi’nde okurken, bizim boks takımının hocası, Ordu Milli Boks Takımı’nın kaptanı Üsteğmenimiz, bize;
“- Siz sporcusunuz. Eğer birini dövecekseniz, sakın ellerinizi kullanmayın, kafa ve ayaklarınızı kullanın, ellerinizle kendinizi korumak için gard alın. Böylece, sporu kişisel amaçlarınız için kullanmamış olursunuz” derdi. Yavaş yavaş ısınmaya başlamıştım. Gard almaya hiç ihtiyaç olmayacaktı.
“- Perşembe Pazarı’nın tamamı!” derken, O’da demet demet para çıkarıyordu. Alıp götürdüler O’nu bir hastaneye… Bu güne kadar da kimse beni, “disiplin kuruluna” çağırıp ifademi almadı, bu konuda… Ama, O ertesi sene 1 Ocak günü, beni yasal süre sonunda, görevden aldıkları zaman, elinde dolu bir çanta ile Haliç’ten çıkarken, çantasını Son Model Mercedes’inin penceresinden bana doğru sallayarak, yeni bir ufka doğru yol alıyordu…
Deniz Üsteğmen’e bakımını yaptığımız çıkarma gemilerini teslim ettik:
“- Teşekkür ederim Yunus Bey”
“- Zaferimiz Kutlu Olsun Üsteğmenim!”
“- Sağ ol!”
Diyerek tam bir asker selamı verdiği zaman, gözlerim dolmuş, “Kara Üsteğmen Yunus Gömleksiz” olarak Kıbrıs’a çıkamamanın, Emperyalizme Bir Asker Tokatı atamamanın hüznüne kapılmıştım… Ben neden Subay olamamıştım ?...
Manisa Gemisi’nin tamiratı hızla ilerliyordu. Şevket Usta, elinde ve beyninde ne bilgi ve beceri varsa hepsini bana aktarıyordu. Gece gündüz çalışıyorduk. Hayatımın en güzel günlerini, hem oyun oynayarak geçiriyordum, hem de 3 ay gibi bir zamanda, Şevket Usta’ya göre artık Mühendis olmuştum. Zira, bana “Yunus Bey” olarak değil, “Mühendis Bey” diye hitap ediyordu.
“- Boru çapı doğru mu Mühendis Bey?”
“- Şevket Usta Atölyede ben imal ettirdim onu”
“- O zaman doğrudur”
“- Mühendis Bey, Buhar Türbininin verimini biraz daha arttıralım, olmaz mı?”
“- Olmaz Şevket Usta. Türbin eski, malzeme yorgun. Daha yüksek basınç ve hıza dayanmaz”
Bu güzeldi…Artık beni bir “Mühendis Oğul” olarak görüyordu ve bütün idareyi bana bırakmıştı ve;
“- Mühendis Bey seninle Özel bir konu görüşmek istiyorum”
“- Tabi Şevket Usta”
“- Bu konu aramızda kalacak, kimse bilmeyecek, söz mü?”
“- Peki Şevket Usta. Söz!”
Dev gibi adam, O kabadayı, herkesin konuşmaya korktuğu adam, önümde hüngür hüngür ağlıyordu…
“- Mühendis Bey, bizde bazı töreler var, konuşulmaz bile. Hele benim konuşman hiç olmaz. Elalem ne der sonra? Biz her derdi dinleriz ama derdimizi anlatamayız kimselere. Sonra biri çıkar, karısına bile sahip çıkamadı der, ben ne yaparım sonra?”
“- Sorun tam ne, Şevket Usta?”
“- Benim Hanım kötü hasta!”
“- O zaman, şimdi töreyi bırakalım, hemen işe koyulalım. Muayene falan olmadı mı?”
“- Kız kardeşleri ilgileniyor, ne olduğu tam belli değil”
“- Tamam Şevket Usta önce tam bir tanı yapılsın, sonrasına bakarız”
Kastamonu Eşrafından Dr. Atıf Uğurlu Fakülteyi bitirmiş ve Cerrahpaşa’da staja başlamıştı. Hem Sosyal Demokrasi Dernekleri Genel Başkanı, hem de iktidardaki CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in Prenslerinden biriydi. Beni pek sevmese de kırmazdı…
“- Atıf’cığım, senden bir ricam var”
“- Ne demek, emret!”
“- Benim Abi’min Hanımı ciddi şekilde hasta…”
“- Hemen gelin!”
Şevket Usta’nın Hanımı, kısa ve ciddi bir muayene ve tedaviden sonra, sağlığına kavuştu. Şevket Usta da yeniden doğmuştu…
“- Yunus..”
“- Nerdesin sen, Seher?”
“- Yunus bir kere olsun aramadın, okul bitti devrimcilik de bitti herhalde”
“- Olur mu Seher, seni arayamadım. Bunda hatalıyım. Burada okuldan çok çalışıyorum. Okulda o kadar çok arkadaşım vardı ki… Ama burada, nerdeyse bir tane bile arkadaşım yok. Yalnız sayılırım. Aynı sıralarda okuduğum, sabahlara kadar tartıştığım, o idealist arkadaşlarımdan bir tane bile kalmadı. Okulda bulamadığım, bir türlü çözemediğim eşitsizlik burada hiç yok. Burada 3,000 lira maaş = 6,000 lira gider. Anlayacağın devrimcilik burada daha da zor. Üniversite’nin kendisi somut, söylemleri soyuttu, insanlar bol keseden atıyordu. Ama burası gerçek, hayatın kendisi.”
“- Görevin ne burada?”
“- Her şey. Atölye Mühendisliği, Gemi Tamiri, Yeni Proje Geliştirme, Malzeme Muayene Komisyonu Başkanlığı, Planlama, Dizayn, olmayan İngilizcemle Tercümanlık, aklına ne gelirse yapıyorum”
“- Pekiyi, hepsini yapabiliyor musun?”
“- Beni kontrol eden, daha doğrusu kontrol edebilecek kimse yok. Bana yapar mısın diye soruyorlar, bende evet diyorum. Yani zorla bir şey yaptırmıyorlar.”
“- Bu kadar kendini yüklemenin amacı ne?”
“- Yükleme demek yanlış, öğrenme isteği daha doğru deyim. Bizim ülkemiz Geri Kalmış, daha doğrusu Geri Bıraktırılmış. Kalkınmış Ülkeler, 1850’den bu yana Sanayi Devrimini tamamlayarak, Emperyalist Ülke haline geldiler, Pazar Paylarını genişlettiler. Bizim işimiz daha zor. Onları yenebilmek için mutlaka onlardan çok iyi olmamız gerekir. Kalkınma sanayileşme ile olur. İyi sanayileşme iyi mühendisle olur. Artık benim görevim hem daha zor hem daha kutsal. Mesela yarın bir gün Koç’a gitsem, bunların hiç birini yaptırmazlar bana. Sadece tek görev verirler. Organize firmalarda ihtisaslaşma önemlidir, verimliliği artırmak için.”
“- Bu kadar çalışmanın sonu ne olacak, sen yaşamayacak mısın?”
“- Bu yaşamın kendisi, yaşamın diyalektiği. Seher dur hele, daha çalışmanın başındayım”
“- Daha önünde askerlik var. Allah bilir doktora da yaparsın”
“- Askerlik olmayacak herhalde. Bizim çocuklar bir tasarı hazırlayıp Ecevit’e sundular: Belirli bir müddet Askeri Okullarda okuyanların askerlikten muaf tutulması için. Sanırım bu günlerde Meclis’te görüşülüp kabul edilecek. Eğer askerlik yapmasam, bu süreyi İngiltere’de geçireceğim. Lisan eğitimi için. Ama doktora yapmayı düşünmüyorum. Teori ve Pratik’ten kendimi Pratik’e daha yakın görüyorum.”
“- Yunus sen İngilizce biliyorsun, ne lüzum var İngiltere’ye gitmeye”
“- Seher, bu İngilizce ile ancak Haliç’te çalışırım. Oysa benim bir Amerikan, İngiliz veya Alman Mühendisinden daha iyi İngilizce bilmem lazım. Onlarla asla Türkçe tartışma şansım olmayacak. Onlardan üstün olmalıyım, onları yenmeliyim. Ancak böyle başarılı olurum”
“- Çok zaman var!...”
“- Hadi gidelim, Seher”
“- Nereye?”
“- Misafirimi en iyi şekilde ağırlayacak bir yere”…
Merkez Bankası’na gidip, döviz işlemlerinin detayını öğrenecektim. Hem zaten Haliç’in karşı yakası Merkez Bankası idi… Bilemedin yürüyerek 5 dakikalık bir yoldu. Unkapanı’nındaki T.C. Merkez Bankası Kambiyo Şubesi’nden içeri girer girmez, hemen gişeler vardı ve gişelerde birisi oturuyordu… Bu “YEŞİL – MAVİ Yunus Abi” diye bana takılan Ayla’ydı… Aman Allahım, ne kadar değişmişti, O muzip, dalga geçen “çocuk” gitmiş, genç, alımlı “müthiş bir genç kadın” gelmişti… Beni görünce, yanındaki arkadaşına işini bırakışı, koşar adımlarla bana gelişi ve bana sarılışı, bütün vücudumu titretiyordu. Allah Allah, bu zavallı anamın “- Oğul, oğul bana helal süt emmiş AK PAK bir gelin getir, senin mürüvvetini göreyim oğul” dediği gelin adayı bu muydu yoksa?
“- Yunus ağabeyciğim hoş geldin”
“- Artık bana YEŞİL – MAVİ Yunus Abi demeyecek kadar büyümüşşün’”
“- Aşk olsun be Yunus Abi… Yunus Bey… Yunus…” deyince, beynimden aşağı kaynar sular dökülmüştü… “- Yunus…”
Ayla Fakülteyi bitirmiş, Merkez Bankası Döviz Transferleri Servisi’nde çalışıyordu. Servis, Almancıların Markları ile uğraşıyordu. Bir Almancı Vatandaş, işinin çabuk olması için, Pasaportunun içine 10 Mark koymuş. Ayla, Pasaportun içindeki 10 Markı görünce, Pasaportu pencereden dışarı fırlatmış. Amiri mükafat olarak onu vezneye vermiş. Şerefsiz… Yapılır mı bu “AK PAK gelin adayına?”…
Manisa Gemisini, Şevket Usta ve ekibiyle birlikte, 2 sene yerine altı 6 ayda çıkarmıştık. Marmara Denizindeki bu ilk başarımızın deneme turunu yaparken, Genel Müdür Nezih Neyzi imzası ile bir taktir ve teşekkür yazısı yazılmıştı “Proje Koordinatörü Yunus Gömleksiz” adına. Yazı “ benim başarımdan” bahsediyordu…Benim için,
“Sayın Nezih Neyzi – Genel Müdür,
Konu: Taktir yazısı hak.
Yazınıza, bütün ekip arkadaşlarım adına teşekkür ederim.
Yazınızın, ekte isimleri verilen ekip arkadaşlarıma hitaben, tekrar yazılması hususunu emir ve müsaadelerinize arz ederim.
Saygılarımla,
Yunus Gömleksiz
Manisa Gemisi Koordinatörü”
Yazısını yazmaktan başka yol kalmamıştı…
Verilen bütün görevleri tamamlayıp, yeni hiçbir görev almayarak, Haliç Tersanesi’nden ayrıldım. Arkamdan, 7 gün 7 gece düğün - bayram yaptılar… Aslında 40 gün 40 gece sürdürseler bu eğlenceyi haklıydılar. Kurtuldukları belaya değerdi…. Artık, Onları korkutacak, uğraştıracak hiçbir kontrol mekanizması ve eylem kalmamıştı… Gene de onlara bir izimi bırakmıştım: “- Evlat beni unutma” diyen Şevket Abi’yi…
Yeşilköy’de Atatürk Havalimanında, Onlarla vedalaşırken, İngiltere’de iki sene vaktim olacaktı, O’na soracağım soru için;
“- Devrim’in ve Barış’ın sana Anne bana Baba demesini ister misin?” …
Sevgiler,
Yunus Gömleksiz
Tenissever