Sunday, December 31, 2006

ÜÇÜNCÜ KEZ ÇALINAN ANILARIM, BAYRAM ANILARI

Bir BAYRAM öncesi, DEVRİMCİ ÖĞRENCİLERi çok merak eden TRT’nin R’si BAYRAMda yayınlanmak üzere MUHABİR göndermişti İTÜ’ye. O sene İTÜ Öğrenci Birliği Başkanı Sevgili Gökalp Eren (Gökalp Eren şimdi de 68’LİLER VAKFI BAŞKANI, Başkanlığı çok sevdi!);

“- Yunus TRT’den gelmişler, benim işim var, sen görüş” diyerek, beni BAŞKAN VEKİLİ yapmıştı.

Öğrenci Birliği’nin kapısından çıkar çıkmaz, karşımda her zamanki muzip ve espiri yapmaya hazır hali ile Rahmetli Altan Erbulak (AE) ve Sevgili Halit Kıvanç (HK) vardı.

AE hemen söze ÖZELden girmişti;

“- Yunus bütün İTÜ’li öğrencilerden şikayetçiyim ARKADAŞ”
“- Altan Abi, eğer beni ŞİKAYET MAKAMI olarak görüyorsan, dinlemeye hazırım ARKADAŞ”
“- Halit, Yunus ile işimiz zor, hemen REKABET başlattı”
“- Altan, iyi ya senin TİYATROya da REKABET gelir,Yunus’la senin aranda”

ITÜ TV yeni kurulmuştu. Atan Erbulak & Halit Kıvanç da CANLI YAYINda sunum yaparken, herkimse Altan Erbulak’ın KAPLUMBAGAsının lastiklerini indirmişti.

AE;

“- Yunus bak Arkadaş, ben de EMEKÇİ biriyim, ne yap yap benim lastikleri TAMİR ETTİR, tamam mı?”

“- Altan Abi, olay BİZİM SULARda olduğu için, kabahatli BİZİM ÇOCUKLAR, ama BİZİM SULARda bize HAYAT HAKKI tanımayıp, bizi CANLI YAYINa almadığınız için, diğer KABAHATLİ de sizsiniz, o zaman ödeşmiş oluruz Arkadaş”

HK;

“- Altan, kısadan sen TAZMİNAT ödemeden bu işten sıyrıl Arkadaş…”

MEDYA ayağımıza gelmişti ve bu FIRSAT kaçmazdı. Bunu bir FORUM olarak, bütün İTÜ Öğrencileri’nin önünde yapmak ve Devrimci Öğrenciler olarak TÜRKİYE’nin KENDİ KADERİNİ KENDİ TAYİN ETMESİnde ne kadar BAŞARILI olduğumuzu dünya aleme göstermek gerekirdi.

AE & HK;

“- Yunus, bir Devrimci Öğrenci’nin günlüğü nedir?”

“- Altan Abi, Halit Abi, siz de çok iyi biliyorsunuz öncelikle, BİZİM ÜNİVERSİTEMİZ, demokratik değil, bu nedenle bizim ilk talebimiz doğal olarak DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE”
AE & HK;
“- Demokratik Üniversite nasıl olacak?”
“- DEMOKRASİ KAVRAMIna uygun olacak, ÜNİVERSİTE’nin bütün ÖĞELERİ kayıtsız şartsız YÖNETİMe katılacak. En başta öğrenciler, öğretim üyeleri, üniversite çalışanları, hatta üniversiteye HİZMET sunanlar bile yönetime katılacak”
AE & HK;
“- Hizmet sunanlar?”
“- Üniversitemizde YEMEK çıkmaktadır. Onlar da, yemek çıkaranlar da DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE’nin bir parçasıdır. Onların da OY HAKKI olmalı”
AE & HK;
“- Demokratik Üniversite yeterli mi?”
“- Tabi ki hayır. Bunun için;
● Bağımsız ve Demokratik Türkiye kurulmalı
● Demokratik SİYASET hayata geçirilmeli
● Türkiye’de SANAYİ DEVRİMİ mutlaka yapılmalı
● Halkın DEMOKRATİK katılımı sağlanmalı
● Eğitimin, Türkiye’nin en ücra köşelerine kadar yayılması sağlanmalı
● Eğitim META olmaktan çıkarılmalı (Özel Okulların açılması başlamıştı)
● Sağlık hizmetinden her VATANDAŞ eşit şekilde yararlanmalı
● Onurlu ve Muasır Medeniyetler Seviyesi’ne erişmek için HERŞEY yapılmalı”
AE & HK;
“- Bütün bunları DEVRİMCİ ÖĞRENCİLER mi yapacak?”
“- Bütün TÜRKİYE HALKI”
AE & HK;
“- BAYRAMda ne yapacaksınız?”
“- Çalışacağız”
“- Bayramlar dinlenmek için değil mi?”
“- Devrimciler DİNLENMEZ ki…”
“- Anne & babanın elini öpmeye gitmeyecek misiniz?”
“- DEVRİMden sonra…”

Çok uzun BİR BAYRAM SÖYLEŞİSİ TRT’nin R’si tarafından, ÇARPITILMADAN ama AYIKLANARAK yayınlanmış, benim de KASTAMONU’ya girmem bazı GÜÇLER tarafından yasaklanmıştı. İTÜ’den atılmama da neden olmuştu. Bende DİN ve AİLE KAVRAMI yoktu…

(Bu kısmı, SEVGİLİ EŞİM dahil, bugüne kadar HİÇ KİMSE ile ne konuştum, ne de bir yerde yazdım)

“- Yunus hadi Dolmabahçe Camisi’ne gidelim, CUMA NAMAZIna”
“- Tamam Harun, gidelim”
“- Cemaat bizim DENİZe EMPERYALİST ASKERİ attığımızı bilse ne yapar?”
“- Onlar da bizi DENİZe atar”
“- Esas, bizim NAMAZ KILDIĞIMIZ, İTÜ’de bilinse ne yaparlar?”
“- Harun zaten sana TAKUNYALI DEVRİMCİ diyorlar, ya ben?”
“- Sen de TAKUNYALI DEVRİMCİnin ARKADAŞı”
“- Doğru, eğer GERZE MİTİNGİnde sen CUMAya gitmeseydin HEPİMİZ linç edilirdik…”
“- Sen hiç İTÜ’de CUMAya gittiğimizi kimseye söyledin mi?”
“- Hayır, aklıma bile gelmedi…”

Benim aklıma gelmedi ama KASTAMONU halkının aklından çıkmıyordu;

“- O’nda DİN ve AİLE yok…”
Sadece, ZAVALLI ANAM koruyordu beni;
“- Hepiniz yalan söylüyorsunuz…”








Kastamonu’ya gelen GEZGİN TİYATRO, oyunu bir türlü icra edemiyordu. Kadın oyuncuları olduğu halde, Onların, Kadın Oyuncuların SAHNE ALMASI mümkün değildi: Kadından TİYATROCU olur muydu hiç. Eğer ROL alırlarsa, OYUN bitince başlarına neler geleceğini kimse bilemezdi: TAŞLAMA belki de LİNÇ bile edilebilirlerdi. Kimse, bu OYUNu başlatmaya cesaret edemiyordu: Çünkü KADIN ROLÜ yapacak SANATÇI yoktu. Bende de AK YAZMA ile AK PAK ENTERİ alacak para yoktu…

Halam, köyden ŞEHERE ilk göç eden YAKIN AKRABAydı. Bütün civar köylerin halkı O’ndan alış veriş eder, hemen her KÖYLÜ halama borçlanırdı. Halamın kocası terziydi. Halamın dükkanı ile kocasının dükkanı yan yanaydı. Halamın kocası, POTUR PANTOLON yani KÖYLÜ PANTALONU diker, ama parasını halam tahsil ederdi. OKUR YAZAR olmayan halam, OKUR YAZAR olmayan hem kocasının hem kendisinin hesap işlerini KURUŞ sektirmezdi:

“- Lan halasının, lan Yunis köye gidince deyver, KOCA HASANGİLLERin borcu yüzü aştı” diyerek alacaklarının TAHSİLDARALARını da iyi seçerdi.

Halamın üç konağı, oğlunun KASTAMONU GÜVEN’de üç tane OTOBOSu şehirlerarası çalışıyordu: Kastamonu-Ankara ve Kastamonu-İstanbul. En önemlisi, halamın küp küp altınları vardı ve konağın bahçesinde gömülüydü, dilden dile, köyden köye bir EFSANE gibi anlatılır dururdu. Bütün civar köy halkı, hemen her akşam halamın konağını ziyaret eder, O’ndan yalvar yakar UZUN VADELİ, HASATa kadar META ister, halam da;
“- Lan Seydali, lan oğlum daha geçen GÜZ aldıklarını ödemedin. Borcun bini aştı. Nasıl ödeyeceksin a YAVRUM”
“- Hatçe APLA, VALLA TALLA öderim. Aha sana benim GARInın altınları rehin kalsın”
“- A benim GÖZELİM, bilmez miyim senin ne kadar namuslu, sözünün eri olduğunu”

Her yaz sonu, GÜZÜN okuluma dönerken, MANİSA yolunu tutarken, halam pantolunumun iç kısmına, HESABINI tutamadığım kadar PARA KESESİ diker ve beni sıkı sıkı tembihlerdi:

“- A benim GÖZEL oğlum, sakın PARAyı kaybetme, çok dikkatli ol YAVRUM, babana SAĞ – SALİM ilet onları, emi Yunis’m. Arkandan BOL bol DUA edeceğim”
“- Olur hala, merak etme sen, PARAlar SAĞ – SALİM babamda bil”…

“- Hoş geldin lan Yunis”
“- Hoş bulduk hala”
“- Kim bu yanındaki FIŞKI”

Seher, halamın elini öpmüş bir kenarda, DÜNYADAN HABERSİZ benim halamla ATEŞLİ şekilde ne konuştuğumu merak ediyordu.

“- Hala doğru konuş O çok İYİ ve çok MERT bir KIZ”
“- Hay oğlum, sizin gibiler getirecek zaten DÜNYANIN SONUNU”
“- Hala senin gibilerin DUASI kurtaracak DÜNYAYI…”

Kurnazlıkta üstüne henüz çıkan olmadığı için, halam olayı hemen sezmiş ve çözmüştü: Ben O’ndan nasıl PARA istemeyebilirdim, bir FIŞKI yeter de artardı bile…

Seher ile beraber, bütün KASTAMONU GÖZLERİ üzerimizde, HALK EVİne kadar geldik ve panodaki ilanı okudum:

Tiyatromuzda oynayacak YETENEKLİ SANATÇILAR aranıyor.

Hemen Seher’i bir arkadaşıma EMANET ederek, yönetmene koştum:

“- Nasıl bir YETENEK arıyorsunuz?”
“- Erkek olacak ama KADIN rolü yapacak biri”
“- Tamam, ben yaparım”
“- Daha önce hiç SAHNE aldın mı?”
“- Evet. SOKAK TİYATROSU’nda defalarca oynadım”
“- Önce denememiz lazım, sonra karar veririz”
“- Denemeye HAYIR, eyleme EVET. Hem de PEŞİN PARA isterim, işinize gelirse”
“- Ya kardeşim SANATÇI dediğin biraz YUMUŞAK olur, ne ŞİDDET ne CELAL bu. Hem de KADIN ROLÜ yapacaksın”
“- Bir, ben SANATÇI falan değilim, DEVRİMCİyim. İki, SANATÇI olmak istersem SENİN yanında işim ne?”
Şişli Sosyetesi’nden Algın ve O’nun arkadaşı Nil (Sevgili Nil Bugün Beşiktaş Belediyesi Kültür Merkezi’nde TİYATRO YAPIYOR, DEVRİMCİ bir SANAT İŞVERENİ olarak) benim MUHTEŞEM YETENEĞİMİ çoktan keşfetmişlerdi bile: Benden SANATÇI olurdu.

Nil ile, amatörce ve defalarca, POLİS kovalayana dek SOKAK TİYATROSU yapmıştık zaten. Algın da beni zamanın ünlü YEŞİLÇAM KAMEREMANI Paşa Sağlam ile tanıştırmış ve bir YETENEK açığa çıkmıştı:

“- Yunus bu fırsat kaçmaz. Kaçarsa bir daha gelmez, iyi düşün”
“- Algın ben MÜHENDİS olacağım”
“- Ciddi söylüyorum, senin onlardan ne farkın var. Hatta daha YETENEKLİsin sen. Zaten SOKAK TİYATROSUnda oynuyorsun. Tek fark bu işi MESLEK edinmek. Yeter ki EVET de. Sana her türlü MADDİ ve MANEVİ desteği vermeye hazırım”
“- Hayır Algın. Benden SANATÇI olmaz. Benden sadece MÜHENDİS olur. Benim dünyamda bazı şeyler asla META olamaz. Bir DEVRİMCİ, neyin META olacağını neyin META olamayacağını çok iyi bilmek zorundadır. Benim ÜLKEMde GERÇEK SANATÇI kaç kişi, ALINIP SATILAN SANATÇI kaç kişi?”
“- Sence MÜHENDİS alınıp satılmaz mı?”
“- Hem de alasından. Kapitalizmde her şeyin bir fiyatı vardır: ALIŞ ve SATIŞ fiyatı. Somut ve pozitif bilimlerde ALIŞ ve SATIŞ çok çabuk tespit edilebilir. Bir inşaatın STATİK HESABInı her MÜHENDİS aynı yapar. BİLİM ve TEKNİK, sana YANLIŞa izin vermez. STATİK HESAP doğru, İNSAN yani MÜHENDİS yanlış olabilir. Eğer HESABINA UYDURURSAN, STATİK de şaşar”
“- Demek ki MÜHENDİS de META olabiliyor. O halde her ikisi de META olabiliyorsa, neden SANAT değil de TEKNİK?”
“- Biri OBJEKTİF, diğeri SÜBJEKTİF. Birinde İSPAT var diğerinde İSNAT. Bir FABRİKAnın günde kaç OTOMOBİL çıkaracağı hesaplanabilir. Ama DERİN DEKOLTEnin günde kaç genç kızı HAYAL KIRIKLIĞIna uğratacağını kimse hesaplayamaz”…

Halkevi’ndeki TİYATRO SAHNESİ açıldığında, Seher şaşkın ve hayret dolu gözlerle beni seyrediyordu. Kastamonu gibi bir yerde İKİNCİ KÜLTÜR DEVRİMİ gerçekleşmiş, BİRİNCİ KÜLTÜR DEVRİMİnin ÜRÜNÜ olan ŞAPKA’ya ayakta ALKIŞ tutuluyordu…

Ben de, BAYRAMda ANAMın elini öpmek için AK YAZMA ile AK PAK ENTERİ parasını cebime koymuş, Seher ile KÖYÜMün yolunu tutmuştum….

Türkiye’den yeni geldiğim için CİDDE’deki şantiyede ben NÖBETÇİ kaldım, BAYRAMda. Gurbette yeni diye bir şey olur muydu hiç? Nasıl da özlemiştim, Sevgili Eşimi, biricik kızım Bilgen Devrim’i ve henüz iki yaşındaki YARAMAZ OĞLUM Barış Kenan’ı.

Cuma günü, SPOR bir ARABA ile Cidde → Medine yoluna düştüm. Hem Medine’yi görmüş olacaktım hem de Peygamberimizi ziyaret etmiş olacaktım. Medine’ye yaklaşırken, 250 Km/h hız yaparken, AMERİKAN OTOBANInı KUŞLAR istila etmişti. Yek gök kuştu ve KANAT AÇMIŞ, çırpınıyorlardı. Kuşlara yaklaştıkça, daha da büyüdüklerini, yavaş yavaş bunların SUUDİ POLİS olduklarını anlamaya başladığım zaman VAKİT GEÇMİŞTİ ARTIK. Nede olsa ben bir Rally sürücüsüydüm ve SUUDİ PRENSLER ile yarışıyordum. El freni ve müthiş bir manevra ile durdum ve Medine → Cidde yönüne döndüm, SUUDİ POLİSLER beni alkışlıyorlardı, biraz sonra soracakları HESAP için.

Evrakları istedikleri belliydi ama bir tanesi bile ne Türkçe ne de İngilizce konuşuyordu. Arabadan indiğim anda ve DUAM bittiği gibi, doğrudan KARAKOL ve en az 15 gün, sponsorum beni buluncaya kadar KATIKSIZ HAPİS yatacağımı, diğer arkadaşlarımın deneyiminden biliyordum.

Sürekli olarak, en az iki saat kadar DUA ve KURAN okudum. Benden bıkıp;

“- Yallah” dedikleri zaman bir KUŞ kadar ÖZGÜR olduğumu biliyordum, SPOR ARABAM 260 Km/h hiz yapabiliyordu…

HERGÜN BAYRAM OLSA…

Sevgiler

Yunus Gömleksiz
Kitapsever & Tenissever

Wednesday, December 27, 2006

TENNIS and THIRD-PARIS COMMUNE

Dear Nicolas,

How are you?

As you know very well that we have been a good friend to each other all the time. I know that our friendship has been improving whenever we have met, written, and talked to each other for both of us is a contemporary human being. However I should state that I have different feelings and thoughts at the moment when writing this letter to you.

As you know very well that I am a CITIZEN OF TURKISH REPUBLIC. This is a reality… But you are a Frenchman.

Do you remember the discussion we had at Ankara Sheraton Hotel? We had discussed for a long time which of us a better tennis player is, hadn’t we? But so far we have neither played tennis together nor watched each other playing tennis. We have only discussed business matters. We will do play next month when you come to Istanbul. Meantime, we had also discussed for a while which one, Ms. Pierce or Ms. Marusmo is a better tennis player and your choice was Ms. Marusmo vs. Ms. Pierce who was my favorite…

I am not sure if you know or not that 1789 French Revolution started at an INDOOR TENNIS COURT? King Louis XVI, Queen Marie Antoinette and Comte d’Artois, the king’s brother, ordered the closure of the Salla des Etats where the National Assembly met. And the weather did not allow an outdoor meeting, so the National Assembly moved their deliberations to a nearby, indoor tennis court, where they proceeded to swear the TENNIS COURT OATH (20 June 1789), under which they agreed not to separate until they had given France a constitution. This date is accepted by historians as the starting date of the French Revolution. As a Humanist, a Tennis-Lover and even a Francophile I think all of these are very nice developments for the improvement of mankind. As you know the National Assembly exercised a communal management system during the French Revolution, for this reason, this management is called Communal Management System and for it is exercised in Paris, it is also called PARIS COMMUNE or FIRST PARIS COMMUNE.

The SLOGANS of the French Revolution were:

LIBERTY,
EQUALITY,
FRATERNITY, and
Or DEATH!

Many interrelated political and socioeconomic factors contributed to the French Revolution. To some extent, the old order succumbed to its own rigidity in the face of a changing world. It fell to the ambitions of rising bourgeoisie, allied with aggrieved peasants, wage-earners, and individuals of all classes who had come under the influence of the ideas of the ENLIGHTENMENT and DIALECTICS. In this period, enlightened authors and social leaders such as Denis Didero, J.J. Rousseau, Tulvan la Mettrie, Babeuf, Maximillian Ropespierre lived and served improving of the Enlightenment and Dialectics.

Causes of the French Revolution include the following:

● Historical determinism
● Upper Class (Feudality) and Lower Class (Bourgeoisie and others) clashing
● An aspiration for liberty and republicanism
● A resentment of royal absolutism
● The rise of Enlightenment ideals and Enlightened People
● Rising bourgeoisie class
● High unemployment and HIGH BREAD PRICES
● A resentment of religious intolerance
● A poor economic situation and an unmanageable national debts, inequitable system of taxation

The SECOND PARIS COMMUNE was the local authority which exercised power in Paris for two months in the spring of 1871…

Dear Nicolas, I would like to ask you the meaning of the THIRD PARIS COMMUNE, what is that? I have already written a long perspective of France Chronology to explain the meaning of the Third Paris Commune…

DEMOGRAPHY:

Our population is about 70,000,000 and yours is about 57,000,000. Everybody in my country will try to persuade one in your country and the remaining 13,000,000 people in Turkey to support the persuaders in the FRONT. Every politician, businessman, doctor, engineer, and tennis player in my country will persuade every politician, businessman, doctor, engineer, and tennis player in your country respectively.

Every counterpart is to be persuaded by his or her counterpart as follows:

Jacques Chirac by Ahmet Necdet Sezer
Jean Pierre Raffarin by Recep Tayyip Erdogan
French Government by Turkish Government
French Parliament by Turkish Parliament
French Municipals and Local Managements by Our Municipals and Local Managements
French Democratic and Social Organizations by Our Democratic Social Organizations
Your Political Parties by Our Political Parties
Nicolas Pocard by Yunus Gömleksiz

Everybody knows very well that there is no a STATE WITH SINGLE NATION in any country in the world and we have some natural ethnic groups in our country as you have.

GEOGRAPHY:

Your area: 550,000 km²
Our area : 780,000 km²
We are neighbor due to the Mediterranean Sea
Both of us don’t need any “land”
You have an extensive agricultural economy and you are self-sufficient
So do we
Both countries have natural resources

FINANCE:

Your national income is 14,000.- USD per capita, ours 5,000,-USD per capita
Your development rate is about 3.4%, ours 7%
Your national gross income is about 820,000,000,000.-USD, ours 350,000,000,000.-USD
Your foreign debts are a bit less than us
You have been doing business and trading with us for centuries

BOYCOTT:

You have a lot of companies in Turkey doing business
It is not practicable to exercise any boycott activity and it is also harmful for the working people of both countries
Thousands of people will be out of work in the case of an unnecessary boycott

OTHER MATTERS:

We have many mutual and beneficial relations between our countries;
Cultural,
Sportive,
Touristic

Dear Nicolas, if you like to establish a THIRD PARIS COMMUNE which is PRIMITIVE, REACTIONARY, NOT SUPPORTIVE and RACIST THIRD PARIS COMMUNE , substitute for 1789 FRENCH REVOLUTION; this is impossible to be accepted by us. More important is that your ancestors are going to be disturbed in their graves.

We don’t make you substitute
SLAVERY, INEQUITY and HOSTILITY
for FREEDOM, EQUALITY, and FRATERNITY respectively.
But DEATH is NOTHING for us.

Dear Nicolas,

I have written this letter to you in a democratic kindness and as you understand I have the right to look forward to hearing from you in the same way. I have already compared our nations on the basis of general data. I would like to add something: Our population is 70,000,000. I am obliged to explain this a bit more. Your Enlightenment started in 1700s, but unfortunately ours started after our NATIONAL LIBARETION WAR which took place between 19.May.1919 and 23.October.1923 under the leadership of Mustafa Kemal and is still going on. Our population was about 15,000,000 at that time, and today it is 70,000,000. Our whole population of 70,000,000 are SOLDIERS including women, wife and children. Every woman is Halide Edip who was author and PIONEER (let’s say AVANT-GARDTE with French word) WARRIOR, the Mother Fadime who was an old woman and carried arsenal to the front in her back and the Black Sister (Arabian Sister) who was from an ethnic group of Turkey. Every Army Officer graduated from Military Academy is a Mustafa Kemal in our country.

Self determination right: Every nation has the right to determine its own destiny. I would like to state that two countries, Turkey and France should live together in peace, together side by side, fraternally.

Last word is from J.J. Rousseau:

SOCIAL CONTRACT: Each of us put his person and all his power in common under the supreme direction of the general will, and in our corporate capacity, we received each as an indivisionable part of the whole.

I wish that tomorrow, 12.October.2006, will also be an ordinary day like others.

Regards,

Yunus Gomleksiz

Thursday, December 14, 2006

ÜÇÜNCÜ KEZ ÇALINAN ANILARIM –III

Öncelikle, Sevgili Cengiz Eren’e bir soru:
Tenissever Üye Sayısı: 1,551
Tenis Kulubu Üye Sayısı: 15,146 mı? Eğer doğruysa, hem KISKANIRIM Tenissever adına, hem SEVİNİRİM Tenis adına…

BAŞARI &YAŞ daha bir ANLAM kazanıyor Sevgili İSMAİL SERİM ile, değil mi? O’nu kutlamamak mümkün mü? Nice başarılara “DUAYEN TENİSÇİ” X+’larda…

Sevgili Osman Yaman’a verdiği YAMAN KARARInda başarılar diliyorum…

Sevgili Öykü Karaaslan’dan daha önce Tenissever’e gönderdiği, sanırım Roddick klibiydi, tekrar göndermesini rica edebilir miyim, mümkünse? Herhalde yanlışlıkla silmişim, benim çocukların, DERS ALMALARInı sağlamaya çalışacağım da…

Sevgili Erkan Beyazıtlı’nın AYDINLATICI bilgileri güzel, aydınlanmak güzel…

(Önemli bir saptama 1: TENİS OYNAMAK ÇOK, AMA ÇOK GÜZEL. “Sol” lifim üst üste iki kez attı. Üç ay TENİS oynayamadım. Tekrar oynamaya başlayınca, bu sefer de “Sağ” lifimin atmaması için, klübümüzün iki hanımefendi tenisçisi, Sevgili Gülüfer ve Sevgili Naciye’nin beni çalıştırmaları, titizlikleri, gösterdikleri Florance Nigtingale özeni çok hoştu. Kendilerine sevgilerimi sunuyorum. TENİS OYNUYORUM…
Önemli bir saptama 2: Daha önce, ANILAR diye bir hayli yazı yazmış ve bilgisayarımda ve backup olarak hepsini saklıyordum. 27.Temmuz.2005 tarihinde OFİSİM soyuldu. İki otomobilim ve bütün bilgisayarlarım çalındı, BACKUPlar dahil. Bu nedenle, ÜÇÜNCÜ KEZ ÇALINAN ANILARIM’ı kolay yazıyorum, hatırladıkça…)

Landlady;

“- Yunis bu yazıyı al, okula gitmeden önce Polis Karakolu’na uğra” dediğinde ağzımdan spontane olarak,

“- Ne ulan burada da mı Polis!” sözleri Türkçe olarak dökülmüş, Leh göçmen, İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nden Emekli Albay “My Landlady” şaşkın ve sorgular vaziyette;
“- Ne, anlamadım?”
“- Tamam Nicola, giderim”



“- Susan bu akşam işin var mı?”
“- Var”
“- Yarın?”
“- Yarın Cuma, işim yok”
“- Seninle konuşmak istediklerim var. Yarın akşam benimle Paul’s’a gelir misin?”
“- Olur. Kaç gibi?”
“- 8 iyi mi?”
“- İyi”
“- Görüşürüz”
“- Görüşürüz”

Susan, Kettering Technical Collage’daki loboratuar hocamdı. O’nunla aynı yaştaydık. Katıksız bir İngiliz’di. Eğitimli, “Oxford Accent” ile İngilizce konuşan, duruşu, fiziği, kültür yapısı ile Bir İngiliz Asılzadesi’nden hiçbir farkı yoktu. Gündüz, okul zamanı sade, özenli, görevini çok iyi yapan bir öğretmen, akşam ve gece, Pub’a bile Gala Kıyafetleri ile gelen, zarafeti ve güzelliği ile girdiği her ortamda öne çıkabilecek birisiydi. Stendhall okumuş, “Romeo ve Juliet’i” orijinal olarak seyrederek büyümüştü. O, bana göre bir “Lady in Red”, “Lady Olivier” idi. Kettering gibi 30.000 nüfuslu bir İngiliz Kasabası’nda, sanki bir Çalıkuşu, bir Feride gibiydi. Mütevazi ve insancıl. Uçarılık mı? Hiç yoktu. Hafif kalkık burnu, anlamlı ve derin ifadelerle dolu buğulu gözleri, güldüğü zaman yüzünde “Ayçalar” oluşan yanakları vardı. O’nun ülkesinde “Güneş asla batmazdı.” Oysa, O da bir başka güneşti, benim ülkemin güneşi gibi, Kadıköy’den Topkapı Sarayı’na doğru bakarken, nasıl da “Kızil Bir Güneş”, batışında, doğudan batıya doğru uzanan ufku “tepsi” gibi yapıyorsa, Galie Galio’yu adeta yalanlarcasına, “öküzün boynuzları üzerinde duran bir DÜNYA’nın” GÜNEŞİ, ANADOLU GÜNEŞİ gibi, sıcak, ama içten, asla “İngiliz Soğukkanlılığı’nı” bırakmayan bir Güneş gibi… O davetliydi ve “görevi” vardı… Saçları, “Holywood Romantizmi’nin” bütün özelliklerini yansıtıyordu. Kısa ve bukleli. Pub’a gelmeden önce onlara “mahir” bir el değmişti… Nasıl değmesin ki? O, O’nu davet edene;

“- Olur, görüşürüz” demişti.

Hatasız ve özenle yaratılmış kulakları, bu romantizme en muhteşem katkıyı sağlıyordu. Bu muhteşem katkı, sade ve mütevazi takılarla tamamlanıyordu…Old Bazaar’dan alınmışlardı sanki…

Susan, Klasik Bir İngiliz Öğretmen’den çok, bir film yıldızını andırıyordu. Sanki O, İngilizler’in yere göğe sığdıramadıkları bir “Lady Olivier” gibiydi: Scarlett O’Hara… Bu benim, hayatımda gördüğüm İkinci Scarlett O’Hara’ydı… Scarlett O’Hara II…Ya da, eğer bir “Şuh Kadın’ı” oynasa, rol yapsa O, “The Love Goddess” kadar güzel yapardı bu rolü. Ne farkı vardı ki O’nun Rita Hayworth’dan…


“- Merhaba Yunis”
“- Merhaba Susan”
“- Her şey iyi mi?”

Ben,

“- İyi…” derken, O barmene 25 pensini vererek, çoktan;

“- A pint of beer, please” demişti bile. Bana da kendi 25 pensimi ödeyerek;

“- A pint of beer, please” demek kalmıştı.

“- Yunis, sana birkaç kitap getirdim. Bunları okuman lazım”
“ - Bakabilir miyim, nedir onlar?”
“- İşte bak…”
“- Susan, ne demek bu, ben çocuk muyum, bu kitapları okuyacak?”
“- Senin İngilizceni geliştirmen için bunları okuman lazım”
“- Susan, lütfen bırak bunları, ben nasıl Barbara Cardland okurum?”
“- Yanılıyorsun Yunis, Barbara Cardland İngilizce’yi en iyi kullanan yazardır”
“- Susan, daha başka yazar yok mu, İngilizce’yi iyi kullanan, örneğin sosyal-realist? Bizde de herkese Güzel Türkçe olarak Necip Fazıl Kısakürek tavsiye edilir. Benim O’nu okuyabilmem için konuyu sevmem lazım, değil mi?”
“- Tabi var ama onlar ağır. Daha sonra okursun”
“- Jack London, Mikhail Sholokhov gibi yazarların İngilizcesi çok mu ağır, okuyamam mı? The Iron Heel veya And Quiet Flows the Don kitaplarının zaten Türkçesini daha önce okudum, konuyu biliyorum. Daha kolay olur sanırım”
“- Yunis, sen solcu musun?”
“- Devrimciyim, sence bir sakıncası mı var?”
“- O anlamda sormadım. Solcular genelde farklı giyinirde…”
“- Nasıl mesela?”
“- Bıyıklı, biraz salaş kıyafetli falan… Oysa sen bıyıksız, kıravatlı ve hergün traş oluyorsun. Temiz giyiniyorsun, imajın farklı. Hem sen nerelisin?”
“- Ben Türkiyeliyim ve Türküm”
“- Yok ya, dalga mı geçiyorsun sen? Türk dediğin şalvarlı, kara bıyıklı olur. Yeşil gözlü, , bıyıksız Türk mü olur? Yugoslav mısın yoksa?”
“- Hayır Türküm!”

….

“- Pis Türk!”
“- Geber!”

Hiçbir şey düşünemiyordum. Düşünemeyecek kadar ne bira içmiştim, ne de “bu dersi” kaçırma şansım vardı: Susan ile “çalışmam” lazımdı… Sürekli olarak yediğim yumruklara, gücüm yettiğince cevap veriyordum, ama ben “tek” onlar üç kişiydi…

“- Pis Türk!”
“- Geber!”

Saniyeler içinde neler düşünmüyordum ki? Ta ilkokula kadar, Manisa Gazi Paşa İlkokulu’na gitmiştim:

“- Türküm,
“- Doğruyum,
“- Çalışkanım…”

“- Olmadı, doğru söyleyeceksiniz, tekrar edin!”

“- Türküm,
“- Doğruyum,
“- Çalışkanım…”

Biricik Öğretmenim Ferhunde Tümer, CUMHURİYET KADINI, katıksız “Kemalist”, asla taviz vermezdi, yanlışa…

“- Yunus, evladım SOL ile yazmak yok!”
“- Ama öğretmenim, SAĞımı kullanamıyorum. Ben SOL yaratılmışım Öğretmenim!”
“- Senin için ABC geliştiremeyiz. Bu fakir ve mazlum ulus O’nun liderliğinde YOK’u VAR etti, sende SOL’u SAĞ yapacaksın!”

Ferhunde Öğretmenim, SOL kolumu arkaya bağlar, mecburen SAĞ kolumu kullanmamı sağlardı. O benim için ne fedakarlıklar yapmıştı, benim O’nun uğruna SOLumu feda etsem ne fark ederdi ki?

Ben, 7 yaşımda, 1554 yılında, Manisa’ya, bir başka dünyadan, belki de uzaydan gelmiştim. Bu yaşta, 7 yaşımda, ilk defa otomobil görüyordum. Sokakta, radyodaki YANIK ANADOLU TÜRKÜSÜ’nü duyar duymaz, evimize koşar, radyomuzu açar ve bizim radyonun hızına şaşardım:

“- Vay anasını be, bizim radyo Giritli’nin radyosunu yakaladı…”

İlkokulda, biri dışında bütün sınıf arkadaşlarım Manisa’lıydı. O ise göçmendi, ailece Bulgaristan’dan göçmüşlerdi. Zar zor Türkçe konuşuyordu. Herkes O’nunla dalga geçerdi, aynen benimle geçtikleri gibi:

“- Geliyom ülen Seyin…”

Dediğimde, Manisa’lı sınıf arkadaşlarım basardı kahkahayı… Ama Ferhunde Öğretmenim, kısa zamanda beni “Manisalı” yaptığı gibi, “Göçmeni” de bana emanet etmişti. O artık benim himayemdeydi… Ben aynı zamanda “Sınıf Başkanıydım”, Ferhunde Öğretmenimin. Bu benim ilk “Sınıf Atlayışımdı”, artık 1954 yılında yaşıyordum, çağ atlamıştım… İstanbul’un Fethini yaşamıştım ben. Yükselmiş, Viyana Kapıları’na dayanmış, “Vatanımın Bütün Kaleleri Fethedilmiş, Bütün Tersanelerine Girilmiş” olmasına rağmen, YOKTAN VAROLAN BİR ULUS’un evladı olmuştum… Ferhunde Öğretmenim, beni yeniden “yaratmıştı”. Zira, O bir kadındı, Tanrı “Kadına” vermişti bu görevi: “Ve Tanrı Kadını Yaratmıştı”…

Yediğim yumruklar beni kendime getirmişti, 21 sene sonra, Ferhunde Öğretmenim,bu kez yorumlatıyordu bana:

“- Türküm, Pis Türk
“- Doğruyum, Yalancı Türk
“- Çalışkanım, Tembel Türk
“- Yasam, Kuralsız Türk
“- Büyüklerimi saymak, Saygısız Türk
“- Küçüklerimi sevmek, Sevgisiz Türk
“-…”

Böyle bir şer olabilir miydi? Gazi Mustafa Kemal (Ulusal Kurtuluşçu – Mazlum Ülkelerin Önderi) ATATÜRK (Burjuva Devrimcisi) bu kadar İLERİ GÖRÜŞLÜ olabilir miydi? O, bu kadar büyük müydü?

O, akşamları ÇİLİNGİR SOFRASI mı kuruyordu, yoksa herkes çekilince, sabahlara kadar OKUYOR MUYDU? Ertesi gün, SAVAŞACAK olan O, UYUMAYIP, yoksa OKUYOR muydu? Yurdundan binlerce kilometre uzaktaki birini, on yıllar sonrasında nasıl motive edebilirdi ki? Böyle bir şey olabilir miydi?
Susan avazı çıktığı kadar bağırıyordu:

“- Yorgo, nedir bu yaptığınız, utanmıyor musunuz?”
“- Sen karışma, Türk değil mi, gebersin!”

Sadece;

“- Susan sen çekil kenara, sana bir zarar gelmesin”

Dediğimi hatırlıyorum… Oysa, ne kadar güzel başlamıştı akşam. Paul’s’dan sonra, Disco iyi gelirdi Cuma akşamı. Ne güzel dans ediyorduk “It’s Now or Never” eşliğinde…

It’s now or never
Come hold me tight
Kiss me my darling
Be mine tonight
Tomorrow will be too late
It’s now or never
My love won’t wait

When I first saw you
With your simile so tender
My heart was captured
My soul surrendered
I’d spend a lifetime
Waiting for the right time
Now that your near
The time is here at last

It’s now or never…
Tomorrow will be too late…

Yağmur gibi gelen yumrukların etkisi ile, neye uğradığımı anlamamıştım. Üç kişi üstüme çullanmış, nedensiz ve acımasızca beni döğüyordu. Neden? Bilmiyordum ki, neden?

“- Pis Türk!” her şeyi değiştirmişti. İşte şimdi ihtiyacım vardı:

“- Ne mutlu Türküm diyene!” ve,

“- Türküm, Doğruyum, Çalışkanım…Güçlüyüm…”

Ferhunde Öğretmenim, beni öyle yetiştirmişti:

“- Türk’e durmak yakışmaz…”

Yarı baygın halde Susan’ın evine gitmişiz. Yolda, şikayetçi olmam için çok bastırmış, ama ben istememişim. Nasıl isterim ki? Polis, sorgulama, bunlar benim işim değil ki. Sabahleyin uyandığım zaman, O okula gitmek için hazırlanmış, benim de dinlenmemi salık vermişti. Ne dinlenmesi? Hem;

Who Can Deny Love? Barbara Cartland’ı elime tutuşturmuş,

Hem dinlenmemi istemişti.

Aşkı Kim İnkar Edebilirdi ki?

Nasıl da tedavi etmişti beni Susan, aynı yıllar önce, Tıbbıyeli 68’li Genç Dr. Adayı Kızlar ve Genç Dr. Adayı Erkekler gibi…

Türkiye kaynıyordu. Her tarafta miting, toplantı ve antiemperyalist eylem vardı. “Demokratik Devrim” mutlaka yapılacaktı. DEMOKTAİK ve BAĞIMSIZ TÜRKİYE’nin hayata geçirilmesine ramak kalmıştı. “Devrimci Hükümet” bile kurulmuştu:

Başbakan : Doğan Avcıoğlu
Başbakan Yardımcısı : İlhan Selçuk

Gençlik ve Spor Bakanı : Deniz Gezmiş


Gazeteler, her gün yeni bir “Devrimci Cunta Hükümeti” listesi yayınlıyordu. Biz Türk’tük. Her şeyi kolaydan yapardık. “Halkın Katılımı”, “Demokrasi” bize göre değildi… Anında “Devrim”, anında “Demokrasi” gerekliydi bize. Hem de “Demokratik” tarafından… Ama “Karşı Devrim Kahrolsun’du”. Bizim, Türk olarak “Pratik Bir Zekamız” vardı: Anında çözüm.

Benim için ne mutluluktu, en son konuşacaktım! Ama sıkı sıkıya tembih edilmişti bana, aşırıya kaçmayacaktım, bu bir antiemperyalist mitingti ve AŞIRISI olmazdı. Bütün antiemperyalist güçler; Ulusal Burjuvazi dahil, “Demokratik Devrime” kilitlenmişti. Oysa ben, “Yazılı Metin” düşmanı, spontane olarak konuşabilen biriydim: KURALSIZ ve ÖZGÜR.

Hem benim örgütüm neydi, hangi örgütün üyesiydim ben?

DEV-GENÇ?
DEV-YOL?
DEV-SOL?
TKP?
TİP?
TİKKO?
CHP?
KEMALİST?
MARKSİST & LENİNİST?
AYDINLIK?
YOKSA “DÖNEK KAUTSKY”?
YA DA “REVİZYONİST”?
.
.

Uzayıp giden, FRAKSİYON, FRAKSİYON ve FRAKSİYON…

Oysa, ben kendimi sadece
DEVRİMCİ
Olarak görüyordun. Ne işim vardı benim FRAKSİYON ile…
Hayatımda da öyle olmamış mıydı?

İTÜ Öğrenci Birliği’de DEVRİMCİ ÖĞRENCİ…
Makine Mühendisleri Odası’nda DEVRİMCİ MÜHENDİS…
İstanbul Ticaret Odası’nda DEVRİMCİ İŞADAMI olunması yetmiyor muydu?...

Başka örgüte gerek var mıydı?

Yoksa ben bir ANARŞİST & NİHİLİST miydim?

Hayır, hayır ben sadece DEVRİMCİydim…

Mitingden hemen sonra fena yaralanmıştım. Yüzüm gözüm yanık ve yara içindeydi. Hastaneye gidemezdim, “Normal Tedavi” olamazdım. Bizim çocuklar, bir koşuda, Tıbbiyeli ve 68’li Genç Dr. Adayı Kız ve Genç Dr. Adayı Erkekleri getirerek, muhtemel bir sakatlıktan kurtulmamı sağlamışlardı. Aylarca sürmüştü tedavim…

“- Yunus Arkadaş merhaba”
“- Merhaba Yıldız Arkadaş, nerdesin, seni çok özledim ARKADAŞ”
“- Ben de seni özledim. Pek bizim fakülteye gelmiyorsun, neden?”
“- Bir nedeni yok Yıldız Arkadaş. Yoğunum sadece…”
“- Bizim fakülteye uğra, seninle birisi tanışmak istiyor, sizi tanıştırayım”
“- Kimmiş O?”
“- Gülten”
“- Neden tanışacakmış benimle, Devrimci mi?”
“- Pek sayılmaz ama sempatizan olabilir”
“- Nasıl sempatizan, bizim toplantılara gelmiyor mu?”
“- Toplantılara gelmez ama bazı formlara geliyor?”
“- O zaman, benimle tanışmak istemesinin amacı ne?”
“- Arkadaş olmak istiyor da ondan. Hatırlıyor musun, yüzün yandığı zaman benimle beraberdi?”
“- Zaten hepimiz arkadaş değil miyiz biz Yıldız Arkadaş? Hayal meyal”
“- Bu başka arkadaşlık Yunus Arkadaş, anlamıyor musun?”
“- Yıldız Arkadaş sen SAĞ sapma içindesin”
“- Yunus Arkadaş sen de SOL sapma içindesin. Bir Devrimcinin görevi, herkesle iyi ilişki kurmak, O’nu kazanmak değil mi?”
“- Bu ilişkinin GÖNÜL İLİŞKİSİ olmadığını sen de çok iyi biliyorsun, değil mi Yıldız Arkadaş?”
“- Bir Devrimcinin GÖNÜL İLİŞKİSİ olmaz mı sence?”
“- Yıldız Arkadaş SEVMEK, özellikle bir Devrimcinin sevmesi hem YÜCE bir SEVGİ hem de KUTSAL bir SEVGİdir”
“- İyi ya, neden tepkilisin?”
“- Tepkim SEVGİye değil, SEVGİnin META haline dönüşmesine”
“- Nasıl yani?”
“- Biz KADINın META haline gelmesine karşı değil miyiz, karşıyız. Ayni şekilde bir ERKEK de META haline gelirse, buna karşı çıkmayacak mıyız? Sonuçta İNSANın META haline gelmesi değil mi bu? Sence, TAŞIMA SEVGİ olur mu?”
“- Olmaz ama Gülten başka Yunus ARKADAŞ…”

“- Yunus Fitaş’a gidelim mi, güzel bir film var?”
“- Olur Gülten gidelim”

Ben Fitaş’ın gişesinden Matine Biletlerini alırken, O da MGM yıldızlarının ÇERÇEVELİ resimlerinin yanında beni bekliyordu;

“- Yunus BU kim, tanıyor musun O’nu?” dediğinde, yan dönmüş ve çoktan PROFİLden pozunu vermişti bile…
“- Kim tanımaz O’nu Gülten: Scarlett O’Hara… Vi..vian Le..igh…”

Yıldız ve Gülten beni ikna etmişlerdi. Evet, Gülten’in YAŞ GÜNÜ PARTİSİne katılacaktım. Gülten’in benden ricası vardı;

“- Yunus’cuğum PARTİ kalabalık olmayacak, sadece Mimarlık Fakültesi’nden bazı sınıf arkadaşlarımı davet ettim. Tek YABANCI, Makine Fakültesi’nden sen varsın. Nasıl geleceğini biliyorsun, değil mi canım?”
“- Tabi biliyorum Gülten”

MAVİ –YEŞİL giysim olmayacaktı üstümde, PARTİ KIYAFETİ giyecektim tabi ki. KABALIK yapıp HEDİYE almamak olur muydu hiç, ÇİVİ FABRİKATÖRÜnün KIZIna. ÇAMLICA gibi yere, VİLLAdaki PARTİye nasıl gideceğimi bilmez miyim ben hiç?...

Şişli Öğrenci Yurdu’nda sınıf arkadaşım Çok Sevgili Olgun Altıntaş ile aynı odada kalıyorduk;

“- Olgun paran var mı?”
“- Ne kadar?”
“- Küçük bir hediye alacak kadar?”
“- Ne o, sen hediye falan almazsın, ne oldu böyle?”
“- Bu sefer alacağım, almam lazım Olgun”…

Yıldız Arkadaş’ın bütün ısrarlarına rağmen Gülten’i dansa kaldırmamıştım, O, Yıldız beni, bir SLOW sırasında, dansa kaldırmıştı;

“- Yunus Arkadaş, neden Gülten’i dansa kaldır mıyorsun?”
“- Yıldız Arkadaş, benim kimse ile YARIŞACAK halim yok”
“- Ne yarışı?”
“- Gülten’in SEÇME YARIŞI”

Gülten, Mimarlık Fakültesi’nin bütün Leonardo’larını, Rafael’lerini davet etmişti. Onların hepsi, Mona Lisa’larının peşindeydi, stilleri ne ROCOCO ne de BAROQUE’tu. SEFİLLER’i oynuyorlardı.

Gülten’e “Kızıl Bir Mendil” hediye ederek, YAŞ GÜNÜMÜ kutladım. Yıldız’a veda ederek, PARTİden ayrıldım…


Otosan’da Genel Koordinatör Ahmet Binbir ile ilk görüşmeyi yapmıştım. Beni Ali İhsan Bey’e göndermişti ve işe kabul edilmiştim. Ahmet Binbir, zaten yabancı değildi, uzaktan da olsa Leman Hanım’ın akrabasıydı.

Sungurlar’da Muhasebe ve Mali İşler Müdürü Mutlu İzmen ile görüşmüş, O beni Sabahattin Sunguroğlu ile hemen görüştürerek, işe alınman konusunda arada bir ENGEL bırakmamıştı. Fakat benim bir ENGELİM vardı?

Ben hangi şirkette çalışacaktım? KOÇ’ta mı, yoksa SUNGURLAR’da mı? Patronumu, kedim seçecektim, VEHBİ KOÇ mu, SABAHATTİN SUNGUROĞLU mu? Benim MESLEKİ KARİYERİM hangi yönde gelişmeliydi, SÜREKLİ ÜRETİM dalında mı yoksa, MÜHENDİSLİK & TAAHHÜT mü olmalıydı bu gelişim? OTOSAN tam bir SÜREKLİ ÜRETİM üssü değil miydi? 70’lerin YÜKSELEN YILDIZI ve MÜHENDİSLİK & TAAHHÜT’in KALESİ belirgin şekilde SUNGURLAR değil miydi? Benim, BAND-ÜRETİM sistemi kurmak için KAPİTAL birikimim var mıydı ki? Olacak mıydı?...

“- Bırakın gelsin” demişti VEHBİ KOÇ.

İTÜ sınavını kazanmıştım. BABAMI yenebilecek en büyük engeli geçmiştim, MÜHENDİS olacaktım. Birbirimizi, restleşerek reddetmiştik.

“- Benim senin gibi OĞLUM yok!”
“- Benim de senin gibi BABAM yok!”

Babam, Kastamonu’daki bütün UZAK ve YAKIN akrabalarımızı bizzat ziyaret ederek, TEHDİT ve KORKU salmıştı etrafa, benim aleyhime, Omsalı Sultanları’nı aratmayacak bir fetva ile;

“- Her kim O’na yardım ederse, benim düşmanımdır, bu böyle biline!”

Hiç kimse beni evine almıyordu, babamın korkusuna. Sadece, en büyük amcamın hanımı, aynı zamanda teyzem olduğu için, amcamdan habersiz beni “Konaklarının” üçüncü katına, amcamdan habersiz ve yamaçtaki arka kapıdan içeri alıp “saklıyordu” beni. Benim amcam pek çalışmayı sevmez, babamın “forsundan” faydalanarak, her nasılsa bir konak dikmişti. Koskoca DÜNYAda “zavallı anam” vardı sadece, yapayalnız kalmıştım…

Babamla aramda müthiş bir SICAK SAVAŞ vardı. O mu yoksa ben mi haklıydım? Bilmiyorum, emin değilim.

O zaman, bütün zorlukları aşar, EN GÜÇLÜ BABA ile görüşürdüm den de.VEHBİ KOÇ’un yakınına kadar gelmiştim;

“- VEHBİ KOÇ ile görüşeceğim!”

O “İMPARATOR” muydu, yoksa O’nu Erol Toy mu “İMPARATOR” yapmıştı?

“- Gel evladım”
“- Sağ olun efendim”

Böyle birisi nasıl İMPARATOR olabilirdi ki? Mütevazi, güleç, çipil çipil gözleri insana GÜVEN ve RAHATLIK veriyordu. İMPARATOR dediğin biraz ZOR ve ZEBELLUT olmalıydı, değil mi?

Okuduğum kitaplarda, ben böyle bir İMPARATOR asla görmemiştim.

Abdullah Kozanoğlu,
Nihal Atsız,
Kerime Nadir,

Okumuştum ben. Onların KAHRAMANLARI erişilmezdi.

Birisine Rum Kale Komutanı’nın kızı Moni aşık olmuş, O da, Moni de Kale Kapısı’nı Türk Yüzbaşı’ya açmış, babası da;

“- Kastın ne Moni?” diyerek, kızını azarlamıştı.

O nedenle, Kastamonu doğmuştu, Moni’den, Aşık Bir Kadın’dan.

Onlar öyle kahramandılar ki, her biri dünyaya bedeldi.

Surları aşıp, Bizans içlerine kadar korkusuzca dalar, binlerce Gavur Askeri’ni kılıçtan geçirirdi. Hatta Bizans Sarayı’na kadar girip, Bizans İmparatoru’nun kızını Kendine Aşık Ederek, İMPARATOR’u bu yolla esir alırdı.

Ya aşkları? Erişilmez ve kutsaldı. Ferhat & Şirin, Kerem & Aslı gibi Bir Aşk Hikayesi var mıydı Dünya’da. Olamazdı. Kerime Nadir’i okumayan aşkı bilir miydi hiç?

Ya Türk Yurdu’nu kim kurtaracaktı?

Nasıl da üzülmüştüm, ALPASLAN TÜRKEŞ sadece 15 oy alıp CUMHURBAŞKANI olamadığı zaman. O bir LİDERdi. Lider dediğin güler miydi hiç? Asık suratlı ve ciddi olmalıydı, LİDER veya İMPARATOR. Süleyman Demirel “Genç ve Eğitimli” bir liderdi. Amerika’da eğitilmişti O. Nasıl da devirmişti Ragıp Gümüşpala’yı. KÜÇÜK AMERİKA’nın MİMARI Süleymen Demirel olmalıydı, O bir MÜHENDİS idi. Bende en iyi okulu kazanmış, MÜHENDİS olmak için önümde sadece 5 sene vardı: YÜKSEK MÜHNEDİS Yunus Gömleksiz. O zaman, nasıl da gurur duyardı babam benimle. Olsun, evlatlıktan reddetsin beni, ne var ki bunda? Nede olsa, O benim ATA’mdı. ATA’ya küsülmezdi, bizim gelenek ve göreneklerimiz de öyle değil miydi zaten? Okuduğum kitaplar da aynı şeyleri anlatmıyor muydu bana? Ben GÜÇLÜ ve YILMAZ biriydim. Ben ZAFER için, ZOR ZAFER için yaratılmamış mıydım? Ne demekti ENGEL?

Yazın anamı ziyarete giderdim, ben. Beni en güzel gümpür (patates) ve gök pakla (taze fasulye) ile beslemez miydi? Anlatırdı hep;

“- Yüreğin gök pakla gibi tertemiz olsun, sana kimseler dokunamasın oğul”
“- Ana ben gök pakla yiyince bana kimseler dokunamaz mı?”
“- Aha oğul, buna bak nasıl, dümdüz, eğrisiz büğrüsüz. Şuna bak oğul, eğri büğrü. Yolunu şaşırmış”

Köyüme gidince, anam bahçeye gider, saatlerce gök pakla toplardı. Gök paklaların hepsi düzgün, fabrikasyon imalatı gibiydi. Anam inanmıştı, her yaz beni en güzel ve dümdüz gök paklalarla beslerdi. Anamın, eğri büğrü bir tane gümpürünü bile yemedim ben;

“- Ya ana senin gümpürlerin neden bu kadar güzel?”
“- Oğul sana bir tane bile yeşil gümpür yedirmedim. Hepsi AK PAK, bir tane eğri büğrü yok aralarında”

Anam her yemekten önce ve sonra, bana diş diş Kastamonu sarımsağı yedirirdi;

“- Ana çok acı bu”
“- Ye oğul onu ye. Sana güç verir kuvvet verir. Seni kavi yapar oğul”

Anam, sarımsağın da en iyisini bana ayırır, eğri büğrülerini Germeç Pazarı’nda satarak, bana, bir yıl yetecek harçlık biriktirirdi. Ben, O’nun harçlıklarının hiç mi hiç harcamazdım. Ertesi yıl O’nun elini öpmeye giderdim.Eğrisiz büğrüsüz gök paklalarını, yeşilsiz gömpürlerini yemeye sabırsızlanırdım. Anamın;

Soğan + Sarımsak + Yumurta = GÜÇ ve İKTİDAR

Denklemi, anamın diğer bir menüsü, eşitliği belki de dünyanın en eşit, en adil en sevecen denklemiydi: SAF ve TEMİZ.

Bu eşitlikte hiçbir EŞİTSİZLİK yoktu…
Bu eşitlikte ANALIK vardı…
Bu eşitlikte bir TİMSAL vardı…
Bu eşiklikte bir OĞUL vardı…
Bu eşitlikte SABIR ve METANET vardı…
YILGINLIK asla yoktu…
UMUT vardı…
GELECEK vardı…

“- Ye oğul, sana GÜÇ ve İKTİDAR verir…”

Anamın her şeyi AK PAKtı.
AK bir YAZMA…
AK PAK bir ENTERİ… Bir BASMA ENTERİ, alırdım anama, bana verdiği harçlıklarım ile… Anam nerden bilebilir diki PARAnın META değerini…Bütün bir yıl, gelecek yılki AK YAZMA ile AK PAK ENTERİsini beklerdi benden AK YAZMAsı ve AK PAK ENTERİsi içinde…

PARA ≥ FELAKET

Denklem & Eşitsiliğini, hiç mi yaşamamış ve görmemişti…


Oysa VEHBİ KOÇ gülüyordu. Fakat bu gülüş farklı ve anlamlıydı. Bir DERS vardı bu gülüşlerde. Şimdiye değin okumadığım, anlamadığım bir DERS. Ne olabilirdi ki bu DERS? Bu DERSİ okumamıştım henüz.

“- Çay içer misin evladım”
“- Hayır efendim”
“- Ne görüşeceksin benimle, iş mi?”
“- Hayır efendim, ben İTÜ Makine Fakültesi’ni kazandım”
“- Demek MEKİNECİ olucan?”
“- Evet efendim”
“- Çalışkan mısın sen?”
“- Çok çalışkanım efendim”
“- Yaramazlık yok yalnız, tamam mı?”
“- Hayır efendim, yaramazlık yapacak vaktim olmaz benim”
“- Hep ders mi çalışırsın?”
“- Çalışırım, okurum efendim”
“- Bizim burs işlerine X Hanım (Bu hanımefendinin ismini unuttum, TEV’dan da öğrenemedim bir türlü) bakıyor. Git O’nunla konuş evladım”
“- Olur efendim”
“- Yerini biliyor musun evladım”
“- Bulurum efendim”…

“- Yunus bildiriler hazır mı?”
“- Hazır Harun”
“- Matbaaya kim götürecek onları, hemen hazır olması lazım?”
“- Ne zamana hazır olması lazım, daha MONTAJ SANAYİ PROTESTO yürüyüşüne çok var Harun?”
“- Çok zaman var ama, bir aksilik olmasın. Sen yanına birini al matbaaya git”
“- Tamam Harun, giderim”

MONTAJ SANAYİ PTOTESTO yürüyüşü, Kadıköy’den başlamış, OTOSAN’ın önüne geldiğimiz zaman, OTOSAN MÜHENDİSLERİ ile PROTESTOCULAR yani BİZLER arasında tartışma başlamıştı bile;

“- Kahrolsun Montaj Sanayi, Yaşasın Ulusal Sanayi”

Sloganları arasında, VEHBİ KOÇ’un, İŞBİRLİKÇİ ve TEKELCİ BURJUVA’nın kendisi veya silüeti OTOSAN’ın pencersinden bana doğru bakarak, adeta;

“- Evladım, hani verdiğin söz” derken;

Ben, PROTESTOCULARdan uzaklaşarak, bir ağacın altında ağlıyordum. En iyi öğrenci bursu 200.-TL/Ay olduğu halde, ben hem aldığım 550.-TL/Ay TEV bursunu, TEMBELLİĞİM yüzünden kaybetmiş, hem de İMPARATOR’a verdiğim sözü tutamamıştım…

VEHBİ KOÇ’a borçluydum…


Sevgiler,

Yunus Gömleksiz
Tenissever